Marmara denizi, müsilaj, medya ve kalbim!
Bugünlerde Marmara Denizi’nde hummalı bir temizlik çalışması var.
İnsanoğlu
bu, gözü dönmesin bir kere…
Denizmiş,
ormanmış, havaymış, suymuş, hayvanmış, her yapılan dönüp dolaşıp kendisini
vururmuş görmüyor!..
Rabbim,
insanoğlu’nun “iki büyük sıkıntısına” şöyle işaret buyuruyor:
“O size istediğiniz her şeyi
verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız başa çıkamazsınız. Şu gerçek ki,
insanoğlu çok zâlim ve çok nankördür!..”
(İbrâhim Sûresi, 34. Âyet)
*
Eskiden,
çok güvendiğim insanlardan biri, bana “karakter
zafiyeti”ne işaret eden bir “yanlış
yaptığında”, çok üzülür, çok kızar
ve kendimce “üstünü” çizerdim.
Sonra,
sonra…
Kendime
dönmeye, büyüteci kalbime tutmaya çabaladım…
Cenâb-ı
Allah’ın bunca nimetine “şükür”deki
derin eksikliklerim üzerine tefekküre yönelmeye çalıştım…
İnsanoğlu’nun
“bana” yaptıklarını unuttum!..
Bir
vakitler, beni hayal kırıklığına uğratan her insana,
“Şuna bak, ele verir talkını,
kendi yutar salkımı!” diye
bakardım.
Bazılarının,
iş “maddi çıkar”a geldiğinde, ne
yaman “tev’illere” başvurduklarını…
İşleri
kılıflarına uydurmak için, ne müthiş “zekâ
oyunlarına” (akıl değil, zekâ) giriştiklerini…
Kendilerini
ve etraflarını kandırmak için ne kurnazlıklar yaptıklarını gördükçe öfkeden
küplere biner…
İşi “çatışmaya” dökerdim.
Sonra
sonra gördüm ki…
Tıpkı,
bugün Marmara Denizi’nde karşımızı çıkan “müsilaj
felâketinde” olduğu gibi, problem o kişilerle açıklanamayacak kadar
derinlerde…
Mesele,
“genel kirlilikten” etkilenme
meselesi…
Dedim
ki,
Öncelikle
“kendi kalbimi” kirlilikten
korumanın gayreti içinde olmam gerekiyor!..
Tefekkür
iklimine girebilmek için…
Öncelikle
“kendimi”, “acar gazetecilik” olarak bilinen “tarzdan” geriye çekmeye…
Kalbime
kadar geri çekilmeye, onun her atışını duyar hale gelmeye çalıştım.
Hâlâ da
bunu yapmaya uğraşıyorum, aldığım mesafenin ne kadar olduğunu hiç ama hiç
bilemiyorum.
Rasûlullah Efendimiz, (s.a.v) nefsânî
arzularına râm olan insanın aç gözlülüğüne “İnsanoğlunun bir vâdi dolusu
altını olsa, bir vâdi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz!” diyerek dikkat çekiyor malûm.
Bundan 30 küsur yıl önce, kalbime “Namazını kıl!”
ihtarı geldiğinde ve manevî işaretler, beni “secdeye” yönelttiğinde, en çok
etkilendiğim Hâdis-i Şeriflerden biri de bu olmuştu:
“İnsanoğlu’nun
gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz!”
Bu etkileniş, “maddeten
işime gelmeyecek” ama “kalbime huzur
verecek” adımlar atabilmeme vesile oldu çok şükür.
Masaları devirmekse, devirmek şükür!..
*
Ne var ki, bizler “sosyal varlıklarız”, bir toplum içinde yaşıyoruz ve bulunduğumuz
ortam, bir şekilde bizi de etkiliyor.
Bir okuyucumuz, “Maddi durumumuz belli. En büyük eğlencemiz, ailece deniz kıyısına
gidip, çay simitle stres atmaktı. Şimdi bu müsilaj meselesi bunu da elimizden
aldı!” derken, bu derde işaret ediyordu.
Tabiatın kirletilmesi, kıymetli okuyucumuz ve
ailesinin “çay-simit” keyiflerini bozmuş…
Ne yazık ki sayısız ve zerre günahsız milyonlarca
canlının da hayatlarına mâl oldu.
Bitmez tükenmez hırslarıyla, yüz küsur yıldır tabiatı
katledenler, acaba, bunca kul hakkının hesabını nasıl verecekler?
Üzerinde tefekkür etmek gerekmez mi?
*
Tefekkürümüze, “koronavirüs
felâketi”nin gözlerimizin önüne attığı acı tabloları da ekleyebiliriz…
Hatta ve hatta…
Son zamanlarda, “politika, medya, bürokrasi ve iş dünyası”ndaki karmaşık ilişkilerin
iyice gündemimize yerleşmesini de bir “tefekkür
vasıtası” olarak değerlendirebiliriz.
Bugüne kadarki hayatım, her olayın içinde en az bir “mesajın” olduğunu gösterdi bana.
Mesajı bazen tam vaktinde alabilmek nasip oldu,
bazen de yıllar sonra, gelişmeler “gerçekleri”
büyük ölçüde ortaya koyunca görebildik meseleyi.
Kimse, hiçbir şeyi tesadüfen yaşamıyor.
İnancımızda “tesadüf”
diye de bir şey yok zaten.
“Seçim
ve geçim dertleri”nin ve nefsâni arzuların pençesindeki insanoğlu, her yaptığını kılıfına uydurmaya
çalışsa da…
“Hakikat”
kendisini
eninde sonunda gözler önüne seriyor.
İşte karşımızda duran hakikat;
Kirden mide bulandırıcı hale gelmiş bulunan “Fatihlerin Yâdigârı” güzelim Marmara Denizi’ni,
makinelerle temizlemeye ve yine makinelerle denize “oksijen” vermeye gayret ediyoruz!..
Taşıma suyla değirmen döner mi?
İnsanoğlu’nun
yol açtığı tahribât, böyle böyle biter mi?
“Zararın
neresinden dönsen kâr!” demişler…
Evet, şüphesiz böyle.
Peki, dönmek ne demek?..
Tövbe etmek!..
Bir “günahtan”
dolayı, Yüce Allah’tan af dilemek ve “Bir daha yapmayacağım!” diye söz vermek.
Merhum Mütefekkir “Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!” diyor, bu güzel.
Bununla birlikte, “Sık sık tövbe bozmak, sözüne bu kadar sadakâtsiz olmak” da,
kişinin “kendisine saygısında” büyük
hasarlara yol açmaz mı?.
Size yüz kere söz verip tutmayan bir “arkadaşınız” hakkında ne
düşünürsünüz?..
Rabbim’im merhameti sonsuz ama bu sonsuzluk,
kulların “zekâlarıyla” (akıllarıyla
değil, zekâlarıyla) sonsuz istismar
alanı açmalarını için kullanılmaya kalkışıldığında…
Yüce Allah’ın “gazabına” işaret eden ayetlerin “muhatabı” olmak da var!..
*
Ah, benim sıkılgan ruhum!
Hayli sıkkın ruh haliyle, şehrin “grilikleri”
arasında dolaşırken, şehrin göbeğinde yükselen “binalara” takılmıştı gözüm.
Çok büyük binalar çok büyük ve sayıca da çok fazla.
Karşıdan baktığınızda, zaten az olan şehrin havasını
tam ortadan bölecek ve şehrin nefesini kesecekmiş gibi bir hisse kapılmanıza
yol açıyor heyula gibi binalar!
Nefesinizi daraltıyor!
Etrafa bakarken, en ucuz dairesi akla ziyan
milyonlarla satılan bu binaların biraz yukarısında, başkalarının da göğü delmeye
hazırlandığını fark ettik!..
Etrafta birçok “yapı”
yükseliyordu, enine ve dikine…
Dikine dikine!..
Yol durumlarına baktım…
Şu anda bile, bilhassa işe gidiş ve işten dönüş
saatlerinde kilitlenen bir güzergâh burası…
“Bu yapılar bittiğinde, durumlar ne olur?” diye
sordum bu işlerden iyice anlayanlara…
“Bölge yoğun bakımlık olur!”muş…
Üstelik, çok yakındaki o günlere dair bir “tedbir” de görünmüyormuş!..
*
Nerelerden nerelere geldik değil mi?..
Şimdi, benim kalem meseleyi buralardan alır ve “politika, medya, bürokrasi ve iş dünyası”ndaki
karmaşık ilişkilerin iyice gündeme yerleşmesine de getirir…
Ve 35 yıl boyunca yaşadıklarını, gördüklerini
anlatmaya girişir…
Kalbim ise…
Bir “sahneye” işaret
eder:
Hz. Peygamber’in (s.a.v) vefatından yıllar sonra, fitne ayyuka
çıkınca…
Sa’d b. Ebû Vakkâs
(r.a.) çok üzüldü.
Kabuğuna çekildi.
Çorak haldeyken satın
alıp, verimli hale gelmesine vesile olduğu arazide çiftçilikle iştigal etmeye
başladı.
Orada koyunların ve develerin bakımlarıyla
uğraşırken..
Oğlu
yanına geldi.
“Baba! Millet, iktidar kavgası yaparken, onları
bırakıp develerinin ve koyunlarının arasına çekildin, öyle mi?” diye söylendi.
Sa’d (r.a.)
eliyle oğlunun göğsüne vurdu.
Ve şunları söyledi:
“Sus! Ben Peygamber Efendimiz’in şöyle
buyurduğunu işittim: ‘Allah Teâlâ;
müttakî, gönlü zengin, kendi hâlinde, işiyle ve ibadetiyle meşgul olan kulunu
sever.’
*
Sa‘d b. Ebû Vakkâs (r.a.) sağlığında
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) tarafından cennetle müjdelenen on sahâbîden biri.
O mübarek,“fitnenin ayyuka çıktığı dönemde”, böyle yapmış.
Peki, “At iziyle it izinin iyice
birbirine” karıştığı ve bu karışmanın tepeden tırnağa hemenç herkes tarafından
dile getirildiği bugün…
Biz ne yapmalıyız?
Şimdilerde…
Kalbimi dinliyorum.
Kalbimi öfkelendiren çok şeyler
var, bunların “nefs^ı” olanlarını ayıklayabilme meselesi yaman mesele.
Biraz vakit, Rabbim nasip etmişte…
Ve…
Bol bol dua.