Marifet, iltifata tâbi midir?
Nâdân yanında
zerrece yok ise kadrimiz
Ârif katında gün
gibidir itibarımız.
(Vücûdî)
MARİFETE mukaddime olan ilim değil midir ve dahi iltifatsız
marifet muhal değil midir? İltifat, rağbet, teveccüh,
takdir, tebrik, teşekkür ve ihtiram...
Medeniyet tarihimiz,
insanın kadr-ü kıymetini
ifade eden ve insanı değerli hissettiren ne mühim kelimelerle doludur. Maslow,
ihtiyaçlar hiyerarşisinde iltifatı dördüncü sıraya koyar. İltifat, bir saygınlık gereksinimi. Başkalarına saygı duymak, başkaları
tarafından saygı duyulmak, takdir etme ve edilme ihtiyacı. Bizim şiir
tarihimizde kasidelerle sultanların gönülleri kazanılmış ve iltifatnâmelerle
sultanlar, ulemânın, fukahânın ve şuarânın gönlünü kazanmıştır. Marifet, hep
iltifata tâbi olmuş ve iltifattan mahrum olmak ziyanla sonuçlanmıştır.
Şu aralar Latîfî’nin
Tezkiretü’ş-Şuara’sını okuyor idim. Kastamonulu Latifî, devrinin kültür hafızası,
şair ve münşî... Sayfalar arasında gezinirken bir mısraya takılıverdi gözlerim. “Nâfeyi mülk-i Hutenden
çıkaran rağbet imiş” Yani misk kokusunu, Çin ülkesinden çıkarıp getiren rağbet
imiş, der şair. Nitekim bu koku, misk geyiği denilen ve Tibet, Moğolistan ve
Tonkin Dağları
dolaylarında yaşayan bir geyiğin nâfesinde/misk kesesinde biriken kanın kurumasından
elde edilen bir kokudur. Dolayısıyla miski, Osmanlı döneminde ve o devrin
şartlarında kervanlar maharetiyle Çin’den Anadolu’ya getiren şey, kokuya olan
rağbet ve iltifat değil de nedir?
Latîfî, Fatih
devrini anlatıyordu eserinde... Şanlı padişahın devrinde hiçbir
padişah devrinde olmadığı kadar çok âlimin, fâzılın ve şâirin yetiştiğini dile
getiriyor ve ardı sıra buna vesile olan şeyin “İltifat” olduğunu ifade
ediyordu.
Sosyal Gelişim
Endeksleri ile ilgili bazı araştırma gruplarının çalışmalarını
inceledim. Güney Kore, Japonya, Finlandiya gibi dünyanın en iyi eğitim
sistemine sahip olan ülkelerinde bu ileri eğitim seviyesinin oluşmasında önemli
bir unsur olarak “Öğretmenliğin bir meslek olarak çok büyük saygınlığının olduğunu”
fark ettim. Bu saygınlık, bir iltifat değil de nedir?
Oysa “Âlimin ölümünü
âlemin ölümü gibi gören, âlimin mürekkebini şehidin kanından daha faziletli bulan,
âlimi peygamber varisi kabul eden, bana bir harf öğretenin kırk yıl
kölesi olurum diyen” bir inancın
mensupları biz değil miydik? Ve dahi bilenle bilmeyeni görenle görmeyen kadar net bir
şekilde ayırt eden nazm-ı celilin okuyucuları bizler değil miydik?
Latîfî, çok mühim bir
anekdota yer verir eserinde. Fatih Sultan Mehmed, astronom,
matematikçi ve kelâm âlimi olan Ali Kuşçu’yu İran’dan İstanbul’a getirtmek için
kendisine büyük iltifatlarda bulunmuş ve İran’dan Anadolu’ya gelinceye kadar
konakladığı her menzil için ona bin akçe tayin ve takdir etmiştir. Ali Kuşçu,
Osmanlı-Akkoyunlu sınırında büyük bir törenle karşılanmış ve Ayasofya
medresesine müderris tayin edilmiş. Bir padişahı kendisine hayran bırakan
bilgeyi, yaşadığı memleketten alıp ailesi ile birlikte Istanbul’a getiren sır
neydi? Cevabını şairin kendisi verir: İltifat. “Gevhere rağbet viren sarrâf-ı
dânâdur yine” Mücevhere rağbet veren yine bilge bir sarraftır. Bu da
demektir ki,
cevâhir kadrini cevher-fürûşan olmayan bilmez imiş. Vücûdî, o sebeple
bilgisizler katında her ne kadar kadr ü kıymetimiz bilinmese de ariflerin yanında
değerimiz tıpkı güneş gibi ortadadır, der.
Divan Şairi der ki,
insanın kemâle ermesinde itibar ve iltifatın yeri yadsınamaz.
“İtibâr u iltifât ile olur kesb-i kemâl. Şair Baki, yaşadığı asırda bile
kemal ehline itibarın eksikliğinden şikayetçidir. Câhil ü nâ-dân olıgör ister
isen mertebe/Kim kemâl ehline Bâḳî şimdi raġbet ḳalmadı.
Asya'dan Avrupa'ya kadar bugün neden büyük alimlerin ve şairlerin çokça yetişmediğinden dem vuranlara sormak gerek. Topraklarınızda eli kalem tutan gençlerinizden saç ve sakalına aklar düşmüş bilge ihtiyarlarınıza varıncaya dek, bu isimsiz kahramanlara ne kadar iltifat ediliyor? Âlimlerin, şâirlerin ve muallimlerin itibarının azaldığı bir çağda Muallim Nâcî’yi rahmetle anıyorum. Marifet iltifata tabidir/Müşterisiz meta zayidir.