MANİ-siz-FESTO
Kafidir
üzüldüğümüz.
“Dağlardan indim şehre. Şehir beni üzdü.” Bu bir şarkı sözü müydü? Hatırlayan var mı? Yok sanırım. Zaten şarkı sözü de değil. Yazıya, konuya girerken eğlenceli gireyim istedim.
Çünkü ağır
mevzuların kaldıracı oluyor nükte. Biraz neşe hüznün tahterevallisi oluyor,
dengemizi buluyoruz.
Kırk katın
kırkıncısına çıktım. Fiziki olarak. Şehir ayaklarımın altında kalmıştı.
İnsanların baş üstüne koyulmuş gibiydik. Sırtüstünde. Sanki kitleler
hamallıktaydı da biz durduk yere yüktük. Ürkmüştüm. İçimden böylesi mimariye
küfredesim geldi. Ama küfür bilmem. Öğretmeye değer görmemiş ailem. En baştan
yasaklamış inancım. Küfre karşı sert eleştirilerim hep var. Onun yerine böylesi
bir mimariye hiçbir zaman inanmayacağıma ant içtim. Bir şehre medeniyet
getireceğine dair güvenmeyeceğime... Bu dip dikey mimari yükseklik insana
aşağılık hisleri arsızca teklif eden bir tarz. Şahsen yerdelen dediğimiz
undergrand hayata yerleştirseydiniz kendinizi. Merdiven altına alt gelirli
insancıkları istif eden ve kibirli yaşama isteğinin bir yansıması olarak göğü
delik deşik eden bir tarz bizim tarzımız olamaz, olmamalı. Hadi olmuş olan. Yükseğe,
yüksek bir konuma veya temsilen aya çıkan insan kendine inse keşke. Bizim
kültürümüzde dağa çıkan şehre, halka iner, kendine inerken bir yandan. Zeytin’e,
Sina’ya, Hira’ya çıkanlar hep şehre indiler. Düzlükte insani bir sistem kurma
çabası içinde olarak… Dağ rüzgarını, has özgürlüğü şehre indirgemeye çalıştılar.
Siz şimdi neden böyle yapıyorsunuz? Siz -yoksa- artık emirleri aldığınız başka
dağlara mı yaslanıyorsunuz?
Birden
Hakkari’ye sinema akademisi söyleşisi-workshopu nedeniyle gittiğimde penceremin
ağırladığı görkemli dağı hatırladım. O dağ beni tutup uzandığım yerden çok
yükseğe kaldırıyordu. Ertesi gün benim vesilemle sinemasever, sanatsever
gençleri kaldırıyordu.
Fiziki
yükselişimiz yozlaşmışlığa çakılmayla eşleşmemeli, demeye çalışıyorum yarım
saattir. Edebiyat sakince, konuyu konuya tatlılıkla bağlamak da oluyor biraz.
Tamam konuya
giriyorum. Buyurun lütfen:
Bence herkesin
bir dağı olmalı. Yükseldiği bir düş mekânı. Bir kitap sayfası. Sayfaları…
Hayret albümü… Olayları… İnsanları, dostları… Kütüphanesi… Kendini bildiği bir
mektebi olmalı.Bir deniz sakinliği. Bir teras kat(en fazla beşinci) belki bir
bodrum kat. Fakat illaki düşünce ile yükselişi. İlla ki yürüyüşü içine içine.
Ve en dışına. En yukarısına! En, en…
Bir toprak
üstü veya karıncaların ayak sesinin duyulabildiği... Fakat muhakkak düşünerek
çıkabileceği... Miraç huylu basamakları sakinlikle veya koşar adım bir inip bir
çıkabilmesi lazım. Herkesin heyecanlı bir sarplığı, merdivenli bir göğü
olmalı.Herkesin bir Sina’sı, Zeytin dağı, bir Hira'sı olmalı şu dünyada...
….
Böyle diye
diye inanç dağıma çıktım. İman büyük, en büyük güvense -ki ben öyle olduğunu
düşünüyorum- güven dağıma çıktım.
Oradan baktım.
Gördüğüm şuydu: Bizim (o bizi biz belirlemiyoruz, siz de olabilirsiniz ve
herkes te…) imanımızın yarısı isyan! Hatta yarıdan fazlası... O kadar çok şeye “la/
hayır “ deriz ki geriye sadece Yaratan'a evet demek kalır.
Öyle ilk
gördüğümüz filozofa, profesöre, bilim ilim adamına, şeyhe, hacı hocaya
tapınmayız. Son gördüğümüze de… Saygıyla yararlanır, sorgularız. Ki eğer
bilinçliyseler onlar da öyle ister. Mesela peygamber (sevgimiz selamımız ona)
“bir insanım” hatırlatması yapar ve yüceltilmesini onaylamaz. Yüceltilmesine
engel olacak açıklamalarda bulunur ve tutumlar sergiler.
Essah bir
Tanrı'sı olmayanlar gibi öyle hiçbir kişi ve nesne, neyse ne tanrısallaştırılmaz.
Araçlar amaçlaştırılmaz. Yani iman ilkelerimiz aslen bu anlamdadır.
Daha ilk gördüğümüz ideolojide sarsılıp Yaratan'ı, doğal değişmez ilkeleri es geçmeyiz. Toyken karşılaştığımız, gönlümüzü kaptırdığımız ideolojilerde yıllarca öylece durup, onları sorgulamadan tam bir ömür inatla savunmayız. Savunmamalıyız.
Din
nefretiyle, ezber bir şımarıklıkla var oluş kaynağımıza küstahlık yapmayız. Yapmamalıyız.
İdeoloji
kurucularını peygamber edinmeyiz. Edinmemeliyiz.
Peygamber
aklı ve mantığı imanın o tam bilinmeyen sürprizli büyük kapısına çağırır.
Allah'la yalnız buluşursun, istersen özleşirsin. İstemezsen özünden
kaçabilirsin. Kaçabildigin yere kadar...
Düşündürücü
bir Kitap’la sadece teklif eder. İkna etmek ister. Sen bilirsin. Biz biliriz.
Keskin birkaç temel kural dışında çok özgür koca bir bahçe gibidir bu yaşam biçimi.
Onu daraltan dincilik yapan dar kafalı tiplerin keyfi tutumlarıdır. Hangi din
veya ideoloji insan elinde yozlaşmamıştır ki...
Salak, aptal,
entelektüel seviyesiz, başı sağa yatmış, burun delikleri balonlar gibi
mistisizmle şişmiş, bir yandan kapitalizmi koklayan, içine çekip sarhoş olan,
boşluğa bakıp duran ve halkı Hak adına aldatan din tüccarları, din
sermayecileri asla bizim inancımızı temsil etmez, edemez!
Hal
böyleyken:
Dinin kötü
temsillerini bahane kılıp kaynağı safça okumayan, düşünmeyen sürününkaderi
kendi gayretsizliğine, yine kötü temsiller bahanesiyle Allah’ı, saf ve temiz
Müslümanları ötekileştiren ve kininden geberenlerin de kaderi de kendi kinine,
öfkesine gömülsün...
Kâfidir
üzüldüğümüz.