Dolar (USD)
35.24
Euro (EUR)
36.79
Gram Altın
2965.45
BIST 100
9626.56
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Maneviyat tüketimden azade mi?

“Değerler eğitimi” diye adlandırılan bir ders çok da uzun olmayan bir zaman önce ortaöğretimde gündeme alınmıştı. Bildiğim kadarla bu isimle verilen dersler dışında konferanslar ve konuşmalar da yapılmakta. Ayrıca “manevi danışmanlık” diye isimlendirilen hizmet ve üniversitelerde programlar da açılıyor.

Bu tür ders ya da programların ihdas edilmesinin temel referansı Batı toplumları olarak görünmektedir. Bir şeyi salt Batıdan gelmesini kötü görüyor değilim; ancak bu tür ders ve programların nasıl bir perspektif, dünya görüşü ve zihinsel arkaplandan ortaya çıktıklarına da bir bakmak lazımdır. Öncelikle bu tür ders ve programların ihdası, tarihsel süreç içerisinde toplumda meydana gelen değer kayıpları ve bu kayıplara telafi etmek üzere maneviyata yığınak yapmaya referans yapmaktadır.

Burada dile getirilmesi gereken en temel problem hayatın dualist bir şekilde algılanmasıdır. Bu kutsal-profan, ruh-beden, mana, madde vb ikili kavramlardan herbirini birbirinden bağımsızlaştırarak yegane hakikat olarak görmek demeye gelmektedir. Dolayısıyla hayatın bir kısmını kutsaldan, ruhtan, manadan istisna ederek inşa etmek gibi bir çıktı üretmiştir.

Modern zamanlar dünyanın, maddi olanın önplana çıkarılması üzerine dayanmaktadır. Bu durum, insanın “hemen ve şimdi”yi ifade eden dünyaya odaklanmasını birlikte getirmiştir. Böylece giderek “mana”dan boşanan dünya ve insan için anlam, ahlak vb. ciddi problem haline gelmiştir. Doğrusu modernitenin başarısının doruk noktasında olduğu bir zaman diliminde Nietszche modernliğin bu krizini vukufiyetle görmüştü. “Tanrı’nın ölümü” deyişi betimlediği krizin derinliğini ifade etmekteydi. Ne var ki, kendisi de bu krizin bir kurbanı olmuştu.

Bugün gelinen noktada, materyalizmin giderek yeniden insan ve dünya üzerinde egemenliği ile maneviyatın azalması, yeniden bu konudaki çabaları gündeme getirmiştir. Değerler Eğitimi dersleri ile manevi danışmanlık programlarının bu eksikliği gidermesi beklenmektedir.

Fakat ortada çok temel bir sorun bulunmaktadır. Geçen yazımızda özellikle küresel dünyanın ekonomi politiğini postmodern kapitalizmin belirlediğini; dolayısıyla eğitimin örtük biçimde en önemli çıktısının “tüketim” olduğunu belirtmiştik. Ekonomi politik olarak tüketim alt yapı olarak işlev görürken, değerler Eğitimi ve manevi danışmanlığın içeriklerini de dönüştürmesi kaçınılmazdır. Durum böyle olunca dersler ve içerikleri birer söylem ve propagandaya dönüşürler. Bunun en önemli göstergesi AVM kültürünün yaygınlığıdır. Diğer yandan buradaki tüketimin sadece alışveriş olarak değil, derslerin, okulun, öğretmenin, evin, ailenin vb. tüketilmesine doğru ilerlediğini görmekteyiz.

Modernitenin kendisini yenileyerek yoluna devam ettiğini savunan Jürgen Habermas’ın içinde yaşadığımız dünyaya dair tespit ettiği en önemli sorunlardan birisi, toplumsal ilişkilerin ekonominin diliyle kurulduğudur. Bu bireylerin birbirleri ile ilişkilerini “kar, zarar ve fayda” üzerine inşa ettiğine referansta bulunmaktadır. Bu, anlam problemi kadar dayanışmayı da azaltan önemli bir faktördür. Kamusal alan bu mentalite ile bireylerin kendi kimliklendirme aracı olan “tüketim” gücünü gösterdikleri bir arenaya dönüşmektedir.

Eğitim içinde yaşadığımız toplumda çok farklı kesimlerin kendi renklerini vererek egemenlik sağlamak istedikleri bir alandır. Özellikle “kültürel iktidar” tartışmalarının kültür, sanat vb. faaliyetleriyle birlikte odağında bulunmaktadır. Fakat farkına henüz varılamayan nokta; uluslararası ölçekte eğitimde çıktı üretecek alt yapının hangi paradigma tarafından belirlendiğidir. Yoksa çıktıların yeşil, kırmızı ya da gri renkli olması, sonucu çok fazla değiştirmemektedir.