Maneviyat tüketimden azade mi?
“Değerler eğitimi” diye adlandırılan bir ders çok da uzun olmayan bir
zaman önce ortaöğretimde gündeme alınmıştı. Bildiğim kadarla bu isimle verilen
dersler dışında konferanslar ve konuşmalar da yapılmakta. Ayrıca “manevi danışmanlık”
diye isimlendirilen hizmet ve üniversitelerde programlar da açılıyor.
Bu tür ders ya da programların ihdas edilmesinin temel referansı Batı
toplumları olarak görünmektedir. Bir şeyi salt Batıdan gelmesini kötü görüyor
değilim; ancak bu tür ders ve programların nasıl bir perspektif, dünya görüşü
ve zihinsel arkaplandan ortaya çıktıklarına da bir bakmak lazımdır. Öncelikle
bu tür ders ve programların ihdası, tarihsel süreç içerisinde toplumda meydana
gelen değer kayıpları ve bu kayıplara telafi etmek üzere maneviyata yığınak
yapmaya referans yapmaktadır.
Burada dile getirilmesi gereken en temel problem hayatın dualist bir
şekilde algılanmasıdır. Bu kutsal-profan, ruh-beden, mana, madde vb ikili
kavramlardan herbirini birbirinden bağımsızlaştırarak yegane hakikat olarak görmek
demeye gelmektedir. Dolayısıyla hayatın bir kısmını kutsaldan, ruhtan, manadan
istisna ederek inşa etmek gibi bir çıktı üretmiştir.
Modern zamanlar dünyanın, maddi olanın önplana çıkarılması üzerine
dayanmaktadır. Bu durum, insanın “hemen ve şimdi”yi ifade eden dünyaya
odaklanmasını birlikte getirmiştir. Böylece giderek “mana”dan boşanan dünya ve
insan için anlam, ahlak vb. ciddi problem haline gelmiştir. Doğrusu
modernitenin başarısının doruk noktasında olduğu bir zaman diliminde Nietszche
modernliğin bu krizini vukufiyetle görmüştü. “Tanrı’nın ölümü” deyişi betimlediği krizin derinliğini ifade
etmekteydi. Ne var ki, kendisi de bu krizin bir kurbanı olmuştu.
Bugün gelinen noktada, materyalizmin giderek yeniden insan ve dünya
üzerinde egemenliği ile maneviyatın azalması, yeniden bu konudaki çabaları
gündeme getirmiştir. Değerler Eğitimi dersleri ile manevi danışmanlık
programlarının bu eksikliği gidermesi beklenmektedir.
Fakat ortada çok temel bir sorun bulunmaktadır. Geçen yazımızda özellikle
küresel dünyanın ekonomi politiğini postmodern kapitalizmin belirlediğini;
dolayısıyla eğitimin örtük biçimde en önemli çıktısının “tüketim” olduğunu
belirtmiştik. Ekonomi politik olarak tüketim alt yapı olarak işlev görürken,
değerler Eğitimi ve manevi danışmanlığın içeriklerini de dönüştürmesi
kaçınılmazdır. Durum böyle olunca dersler ve içerikleri birer söylem ve
propagandaya dönüşürler. Bunun en önemli göstergesi AVM kültürünün
yaygınlığıdır. Diğer yandan buradaki tüketimin sadece alışveriş olarak değil,
derslerin, okulun, öğretmenin, evin, ailenin vb. tüketilmesine doğru ilerlediğini
görmekteyiz.
Modernitenin kendisini yenileyerek yoluna devam ettiğini savunan Jürgen
Habermas’ın içinde yaşadığımız dünyaya dair tespit ettiği en önemli sorunlardan
birisi, toplumsal ilişkilerin ekonominin diliyle kurulduğudur. Bu bireylerin
birbirleri ile ilişkilerini “kar, zarar ve fayda” üzerine inşa ettiğine
referansta bulunmaktadır. Bu, anlam problemi kadar dayanışmayı da azaltan
önemli bir faktördür. Kamusal alan bu mentalite ile bireylerin kendi
kimliklendirme aracı olan “tüketim” gücünü gösterdikleri bir arenaya
dönüşmektedir.
Eğitim içinde yaşadığımız toplumda çok farklı kesimlerin kendi renklerini
vererek egemenlik sağlamak istedikleri bir alandır. Özellikle “kültürel iktidar”
tartışmalarının kültür, sanat vb. faaliyetleriyle birlikte odağında
bulunmaktadır. Fakat farkına henüz varılamayan nokta; uluslararası ölçekte
eğitimde çıktı üretecek alt yapının hangi paradigma tarafından belirlendiğidir.
Yoksa çıktıların yeşil, kırmızı ya da gri renkli olması, sonucu çok fazla
değiştirmemektedir.