Manevî hastalıklarımız… Sebûiyyet-Canavarlaşma!
Manevi
hastalıklarımızdan bahis açıldığında…
Bilhassa da,
“gençlerin hallerinden şikâyete başlandığında” konu hemen, “okullar”a geliyor.
“Bizdeki eğitim sisteminin ne kadar bozuk
olduğundan, çocuklarımıza manevi değerlerimizin verilmediğinden” şikâyet
ediyoruz…
Ediyoruz da…
Bebeklerimize,
çocuklarımıza “evde” neler
veriyoruz, vermemiz gerekenleri verebilmek için kendimizi yetiştirmeye ne kadar
gayret ediyoruz, üzerimize düşenlerin ne kadarını yapıyoruz?
Anne-
babalar olarak, onların okulda “başarılı”
olmaları, yüksek notlar almaları,
üniversite imtihanında çok iyi bir yeri “tutturmaları”
için elimizden geleni ardımıza koymadığımız ortada.
Çocuğumuz
derslerini birkaç gün aksattığında telâş yaptığımız, bu gidişe son vermek için
çareler aradığımız da öyle…
Soralım mı
nefsimize:
Çocuklarımızın
okul başarısı için böylesine büyük “fedakârlıklar”
yapan bizler…
Birkaç gün
ders aksattıklarında telâşa kapılan bizler…
Mesela…
Namazlarını
aksatıp durduklarında ne kadar üzülüyor, dert ediyoruz?
Bizler,
fazla “maddeci” olduk, öyle değil
mi?
Rakamlar,
oranlar, yüzdeler, sayılar esir aldı kalbimizi...
Kadim dostum
olarak bildiklerimden biri, milletvekiline övgüler yağdırınca…
“Hayırdır, bu ne hâl?” diye sormuştum.
Cevabı hem
samimi, hem de tehlikeliydi:
“Belli mi olur, bakarsın günün birinde
işimiz düşer abi!”
*
Madde, ille
de madde!..
İnsanlar sahip
olduklarını zannettikleri maddelerden ve unvanlardan ibaret.
Görmüşsünüzdür;
Bazıları, arayana “Buyurun
Sayın Başkanım” diye hitap ederken, “Bakın
beni ne mühim adamlar arıyor!” yollu bakışlar fırlatıyor etrafa.
Bizde bir
anda “mühim” mevkilere gelenler ve
bir anda kenara itilenler çoktur.
Onların
makamdayken nasıl da itibar gördüklerine, kenara itildiklerinde ise nasıl da
terk edildiklerine bakmakta fayda var.
“Mühim” makama geldiğinizde etrafınıza “beklentisi olanlar” doluşur, övgüler havalarda uçuşur…
Kenara
itildiğinizde ise malûm.
Bir arkadaşıma,
“Siz Metin Bey misiniz, yoksa Müdür Metin
Bey misiniz?” diye sormuştum.
Yani…
“Siz mi öndesiniz, etiketiniz mi?”
*
Birçok
sıkıntımız var.
Mesela…
Sosyal medya
hesaplarında çokça görüyorum; aile
mutluluklarını, hangi restoranlarda neler
yiyip içtiklerini, hangi marka
arabayı satın aldıklarını, eğlencelerini, düğünlerini paylaşıp duruyorlar…
“Yapma aslanım, göze gelirsiniz
cancağızım!”
Yok.
“Manevi boşluk” hastalığından musdarip insanlar, kendilerini
rahatlatmanın çaresini “birbirlerine hava atmakta” arıyor
olmalılar!
Kimin nazarı
değer, kimin nazarı değmez bilemeyiz ama…
Çoğu insan “haset” yüklüdür.
Yapmayın
bunu, paylaşmayın, “gösteriş”
yapmayın.
Lütfen!
*
Merhum
Gazali, “psikolojimizi bozan günahlar”
sıralamasında, “Kincilik, gasp, saldırganlık,
dövüp sövme, öldürme” gibi olumsuzhis
ve hadiselere yer veriyor.
“Sebûiyyet”, yani canavarlık, insanın
canavarlaşması.
*
“Kin, nefret” gibi olumsuz duygular sahaya
hâkim olduğunda “sağduyu”ya yer
kalmıyor.
Dahası, “sağduyu” mesajları vermeye çalışanlar
hedef haline getiriliyor.
Gücü yeten
yetene toplumu oluyoruz.
Söven
sövene, döven dövene…
“Sebûiyyet”!
*
Bebeklerimizin
“üniversite sonrası hayatlarını bile
plânlayacak kadar” hassas ve de “müşfik”
olan bizler, “maneviyata boş ver”
diyerek istikametimizi seçmiş oluyoruz aslında.
“Akılcılık” diye diye, akıldan da
kopuyor, dünyayı yaşanmaz yer haline getiriyoruz.
Araf
Suresi’nin 179. Ayet-i Kerimesi’nde “Onların
kalpleri vardır ama idrak etmezler.”
buyruluyor.
İdrak
(anlamak diyelim), “kalp”in görevi
yani…
“Nuranî Akıl” dediğimiz bu.
Bir de “Şeytanî Akıl” var.
Kurtulmamız
gereken!
O akıl "yön verirse" psikolojimiz asla düzelmez!