Manamızı yitirdik ve fıtrat bozuldu…
Öyle bir devir eritiyoruz ki, gerçek bir trajedi. Yıllar, sular seller gibi sarhoş. Beyin gelişmeye kör. Yürek, değişmeye yani kalbe evrilip gönül haline dönüşmeye kısır. Beden fonksiyonları, aslına uzaklaştığı için ruha istikamet edemiyor insan. Evet, mesele tam da bu: istikamet kaybında beşer.
‘‘Her bir kişinin yaşamı, kendi hakkındaki rüyasının yorumudur.’’ der, sn. İhsan Fazlıoğlu. Anlatmak istediğim budur aslında. Ne kadar rotasız yaşadığımız aslında yaşamımızın yorumudur. Kendi yaşamımızın, gayemizin, amacımızın, maksadımızın, rüyamızın, hayalimizin peşinde koşmamamız, böyle bir derdimizin olmadığını ifşa eder. Yani bir dava mevcudiyeti hâsıl olmamıştır henüz. Davamız yok. Davası olduğunu söyleyenler de davasıyla dertlenmediği için sahici değil, gerçekçi olamıyor, bundandır muvaffak olmuyor, olamıyor. Olmamalıdır da, samimiyet, azim, gayret göstermeyenin başarılı olmaması tesadüf de değildir, olması gereken de budur.
Manamızı yitirmemişsek, neden dünya çapında ve özellikle Müslüman coğrafyasında mana ile menfaat, müteahhit ile mücahit, irşat ile inşaat kavramları yer değiştirmiş. Bu bizim sorunumuz, bu bizim özeleştirimiz, bu bizim acımız, bu bizim sancımız, bu bizim kahrımız olmalı. Eğer ben bu yazıyı yazarken kahrolmuyorken, her kim bu yazıyı okurken kahrolmuyorsa bu bizim vebalimiz. Müslüman, helalinden en zengini olmalı, inşaata ve ticarete karşı olduğumuzdan değil bu ıstırabımız. Müteahhit olup inşaat dikerken, biz -aşkı dava- edinenler, neden manamızı yitirdik.
‘‘Hiçbir şey eskisi gibi değil, her şey inorganik, herkes yapmacık, nerde eskiler…’’ diye hepimiz iç çekerken, hiçbirimiz kendimize dönmedik, kendi kendimize yönelmedik. Manasını yitiren, ederi olmayan nostaljik değer taşıyan banknotlar gibi, işe de yaramıyor, çöpe de atılmıyor, gibi bir hâl bizimkisi.
Ruhumuzu dokumuyoruz, kalbimizin dehlizlerindeki zanaata çırak yetiştiremiyoruz, aşk denen kıbleyi öyle bir değersizleştirmişiz ki, sevgi denen melekeye ne oldu, sevdalara değil, kredi kartına ömür ve değer atfediyorlar. Muhabbet, beş dakika muhabbete hasretiz, gönlümüze mihmandar olacak bir yoldaş bulamamanın acısıdır yüreğimizi lekeleyen. Sevmeye talip olan, ancak ve sadece bir ömür sevmek için hülyalı, bizi ebeden sevecek, bize ebeden sevilecek biri gerekli, bunu fark edememek ne büyük yangın, ne büyük manasızlık. Mana kaybı, kan kaybından da beter. Günlük işimiz, uğraşımız her ne ise, her şeyi ondan ibaret görmenin bir an bile gafletine kapılmamalıyken biz, maalesef ve ne yazık ki tamı tamına bir şuursuzluk bir sarhoşluktur bizim vakamız. Acımızı, kederimizi bile hakkıyla yaşamıyoruz, çünkü manamızı yitirmişiz. Göz kapaklarımıza bile sahip olamıyorken hangi manidar davaya sahip olabiliriz ki. Yanı başımızda duran anamızın ayakları dibindeki cenneti bile göremiyorsak, hastalığımızı önce kabul, sonra itiraf etmeliyiz. Her gün kuaförler, makyajlar, jöleler, bir gün olsun yüzümüzü yıkayan suyun serinliğiyle, saçımızı okşayan tarağımızın derinliğiyle yetinmenin güzelliğini keşfebilsek. Bir tek güle bürünen muhabbet ve nazı göremeyenler, yüz adet gülden oluşan demeti, eşine-sevdiğine göndere dursun, o yüz güllük demet ertesi gün çöp kutusunda tabi ki kendine yer bulacak. Çünkü niteliğin niceliğe mağlup oluşu, maddenin manaya galip geldiğinin ifşasıdır. Hayat tozpembe olduğu demden beri, mutluluğa yol alamıyoruz. Hastalık kaplamış yürekleri, doktorlar reçete yazamamanın aczinde, kor düşen yüreklere itfaiye erleri su yetiştiremiyor, kolluk kuvvetleri kaybolan manamızı ne an bulacak, öğretmenler! bize anlatın eğer ve şayet siz öğrenebildiyseniz şu ‘mana’nın ehemmiyetini.
Manamızı yitirdik ve fıtrat bozuldu.