Malezya, D-8 ve Rahmetli Erbakan’ı Tanımak
Malezya'da düzenlenen Kuala Lumpur Zirvesi'ne dair haberler düştükçe, Rahmetli Erbakan’ın o müthiş D-8’i kurmak için olağanüstü mücadele verdiği o yıllara döndük.
Rahmetli’nin “yarım yamalak” millet desteği ile ulaştığı Başbakanlık Makamı’ndaki iki büyük hamlesinden biri havuz sistemiydi, diğeri de çok daha büyüğü:
D-8’ler.
*
Refah İktidarı’nın “Siyonizm’in emir kulları- ihanet odakları” tarafından yıkılmasının üzerinden neredeyse çeyrek asır geçmiş.
Çeyrek asır; ne kısa bir süre, ne de uzun.
Bir yandan çok uzaklarda kalmış gibi, diğer yandan da hemen kulağımızın dibinde, yüreğimizin eşiğinde, beynimizin kıvrımlarında “ses” verir gibi.
Bugün herkes ama herkes oturup, biraz durup, biraz tefekkür edip, bugünden kopmadan o günlere dönse...
Rahmetli Erbakan, yüzde 20’nin az üzerindeki oy oranıyla “birinci” olarak çıktığı seçimlerin ardından “sistem partilerinin” başka her yolu denemelerine rağmen bir bütün oluşturamamaları üzerine DYP ile koalisyon kurmuştu.
Refah Partisi’nin durumu, “topal ördek”ten bin kat sıkıntılıydı, sağlam olan bacağına ve kanatlarına yüzlerce kilo yük bağlanmış kıpırdayamaz haldeki bir “kuşa” benzer bir haldeydi.
Bütün güç odakları O’na karşıydı ve milletin desteği de, işte, dedik ya yüzde 20’nin az üzerindeydi, bunun ne kadarının “hasbî” destek olduğu da son derece şüpheliydi.
Her işine “İman varsa imkân da vardır!” azmiyle sarılan Rahmetli Erbakan’ın bir yıllık “iktidar”ının yarısında, hem de maaşlara rekor artış yapmış olmasına rağmen denk bütçeye ulaşması ve küçük bir “vakıf” kurmak için bile yetersiz olan süre içinde D-8 gibi dev bir modeli hayata geçirmesi Siyonizm’in emir kullarını büyük endişelere sevk etmişti.
Raporlarında, “Millet bunlardan çok memnun, Böyle giderse, 2005 yılına kadar tek başına iktidara gelirler, daha sonra da düzeni tamamen değiştirirler!” yollu ifadelere yer vermelerine yol açmıştı.
Rahmetli Erbakan o yıllarda yakından takip etme imkânım oldu.
O kadar yakından ki, toplantıların arka plânlarını edinebilen nadir gazetecilerdendim.
Gündem oluşturan birçok madde de benim önüme düşerdi.
Mesela, o günlerde “Savunma ihtiyaçlarımızı mümkün olduğunca yerli kaynaklardan karşılayalım, bunun mümkün olmadığı yerlerde belli ülkelere ve markalara bağımlı kalmak yerine araştırıp soruşturalım ve en iyilerini en uygun fiyatlara alalım!” şeklindeki sözlerinin, “İlle de şuralardan alınacak” diyen darbecilerde ne kadar büyük infial uyandırdığını…
Koca Başbakan’a, “Buraya uzmanlarınızı getiriyorsunuz, bizim tasarruflarımızı sorgulayarak güvensizliğinizi belli ediyorsunuz, bu böyle olmayacak!” yollu diklenmelerde bulunduklarını…
Hoca’nın da “Ne yani, milletin kaynaklarının havaya savrulmasına müsaade mi edecektik?” çerçeveli çıkışlarla had bildirdiğini “ilk eller”den öğrenmiş ve yazmıştım.
Yazdığım için de hedefe yerleştirilmiştim.
Sonraları dediklerim hep çıktı, darbecinin biri kameralar karşısına geçip, “Bunlar bize ihtiyacımız olanları almıyor, bizi düşmanlara karşı etkisiz bırakmaya çalışıyor!” yollu lâflar etti.
“Bir kısım medya” Rahmetli’yi topa tuttu.
“Beşli Çete” azdı.
Hükümet Ortağı Sayın Çiller de, partisine mensup “bakan”lardan bazılarının bilhassa da konuyla birebir ilgili Bakan’ın tepkilerine muhatap oldu.
“Erbakan ile devam edilecekse ve O da böyle yapmaya devam edecekse bu iş yürümez!” dendi.
Çok zor günlerdi ve o günlerde yakından takip eden bir gazeteci olarak, Rahmetli Erbakan’dan dışa yansıyanları ilgiyle kaydederdim.
Bizler, üzerimize iki baskı geldiğinde, bir takım işlerimiz aksi gittiğinde adeta “isyan” bayrağını açarız.
Moralimiz bozulur, elimizde hangi iş varsa aksar, plânımız programımız alt üst olur.
Etrafa sataşırız, milleti huzursuz ederiz.
Rahmetli Erbakan, “kan tükürüp kızılcık şerbeti içtim” diyen bir yapıya sahipti.
“Heyecan, heyecan, heyecan.”
Şartlar ne kadar zor olursa olsun, her zorluğun bir imtihan vesilesi olduğunun bilinciyle şahsen benim aklıma durgunluk veren bir “soğukkanlılık” ile hareket ederdi.
“Hiç mi kan şekeri yükselmez, hiç mi kontrolü kaybetmez!” diye düşünürdüm.
O günlerde, onun bu tavırlarını “dik duramamak” olarak nitelendirenlere şahit olurdum.
Sonra sonra…
Yıllar geçtikçe ve Rahmetli Erbakan’ın “Ne şartlar içinde ne mücadeleler verdiğini” sonraki dönemlerde gördükçe, ne büyük bir “Dâvâ Adamı” olduğuna dair idrakim kuvvetlendi.
Üflesen yıkılacak bir “koalisyon”un büyük ama diğerinden biraz büyük ortağı olarak, bütün etkili güç odakları topyekun karşındayken “zalimlerin pilini” adeta dalga geçe geçe bitirmek.
Pili bitirmek deyince, bilhassa genç kardeşlerimizin hareket stratejilerini belirlerken istifade edebilecekleri bir “fıkra”sını anlatayım Rahmetli’nin:
“Şehirli gelmiş köye. Gecenin bir vakti el lambasıyla yürürken, kenarda ağzındaki yanmayan sigarayla bekleyen köylü ‘Beyim, şu ateşini ver hele’ diyor. Şehirlinin şaşırmış halde uzattığı lambayı alıyor köylü, sigarasına tutuyor. Şehirli ‘Deli mi ne!’ diye düşünüp beklerken, köylü istifini hiç bozmuyor. Yanmayan sigara ağızda, lamba yanık. Epeyce sürüyor bu acayip durum. Şehirli ‘Delinin teki, şimdi başıma dert almayım’ diye bekliyor ama, üç dakika, beş dakika, on dakika… Bakıyor ki olacak gibi değil, ‘Be adam, sigara el lambasıyla yanar mı hiç” diyor ama karşı taraf aynen devam ediyor. Yine üç dakika, beş dakika, on dakika… Şehirli çatlıyor iyice: ‘Sabrımı taşırma, el feneri kırk yıl tutsan da o sigarayı yakmaaaaz be akılsız adam!’ diye bağırınca…
Diyor ki köylü, şöyle alttan alta bakarak:
“Akılsız akılsız sensin be adam, ben ne vakittir senin pilini tüketiyorum da senin haberin yok!”
Rahmetli Erbakan, en güç koşullar altında “imanın ışık tuttuğu” aklını kullanarak düşmanlarının pilini tüketirdi.
Bir sabır abidesiydi.
Dışarıdan “taviz verirmiş” gibi görünürdü ama içeride “kök söktürür”dü.
Dışarıya çıkınca “iyi anlaştıklarını” söylediği darbecileri içeride nasıl köşeye sıkıştırdığını, nazik nazik bunalıma sürüklediğini tanıklıklar ortaya koyuyor.
Bugünkü gençlerin Rahmetli Erbakan Hoca’nın heyecanını, çalışma azmini, her türlü zorluğu sabır ve tevekkülle karşılayışını, en acı seçim yenilgilerini bile “büyük zaferlere açılan pencereler olarak” görmesini...
İnsan ve zaman yönetmekteki maharetini, karşısındakinin psikolojisini nasıl anladığını ve buna göre ne usuller tatbik ettiğini…
Mazeretlere sığınmayı asla kabullenmediğini…
Muhatabının yaşı ve makamı ne olursa olsun nezâketi elden bırakmadığını...
“Köylüden asla kopmayan bir şehirli” olarak, köylü bir kitleyi nerelere taşıdığını…
Nasıl taşıdığını…
Birkaç on yıl önce köylerinden koparak büyük şehirlerin varoşlarındaki “melez” hayata sığınan bunalımdaki “madun”ları nasıl motive ettiğini ve o “insan malzemesi”yle ve çok kısıtlı maddi imkânlarla ne stratejik müesseseler oluşturduğunu öğrenmeleri gerek.
Geçmiş yüzyıllardan misaller elbette önemlidir ama günün şartlarında yaşayan insanlar geçmişin pratiklerini bugüne taşımakta zorlanabilirler.
Bugün ise bugündür.
Dünü, bugünü anlamak ve yarınlara emin adımlarla yürüyebilmek için günümüz dünyasından misallere çok ihtiyaç var.
Rahmetli Erbakan’ı anlamak, kavramak, bu ülkede hatta dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bütün Müslümanlar, hatta bütün insanlar için çok çok önemli.
Erbakan gibi “köyden kopmayan şehirli” olabilmek son derece önemli.
“Köyden kopmayan şehirli” derken, “ne” mi demek istedim.
Çok şey.
Dilim döndüğü, kalemim yettiğince anlatmaya devam edeceğim inşallah.