Makamlardan Bir Bayram…
“Kurbiyet; kulun Allah’a yakınlığı… Akrebiyet
ise Allah’ın kula…”
Vakit bir kapı
aralığına sıkışmış gibi bakar gözlerimize bazen. Taş binalar arasında
nefeslenmeye çalışan kelimeler yaralar bizi. Devran tüketime kurulu olunca insan
biriktiremez gönül bile. Gecenin eşiğinde bekleyen dua unutulmaktan muzdarip,
çekilir içine… Metal çerçeve içinde gün bereketini yitirir, sesler susar,
usulca kapanır perde. İnsan cismini mekanik bir yaşama biçimine matuf kılınca
ruh aynı nakaratı tekrarlar. “Anlam arayışı”nda olanın dehşet ifadesidir bu
tüketime odaklı kopuş, bu sarsıcı rutin. Neyse ki takvimlere nefes aldıran
iklimler var. Tarihin hikmetli sayfalarından süzülüp gelen; uzak yıllardan,
yollardan unuttuğumuz sesleri getiren, hüzünlendiren, sevindiren…
Bayramlar insan ruhunu
onarıp iyileştiren bereketli bir yapıya sahip. Bilhassa kurbiyet kelimesinin
taşıdığı derinliğin bir şerhi sadedinde olan kurban bayramı, ihtiva ettiği
mesaj itibariyle gönlü dolduran, insanı ıssızlığından çekip çıkaran bir
yoğunluğun habercisi. Dinimizin, ilmimizin, sandıklara kilitli gelenek ve
göreneklerimizin, misafirine sevinçle koşan paslı kelimelerimizin cümle kapısı
kurban bayramı... Bir babanın evladını Allah’a adayışı, bir evladın Allah için
bıçak altına yatışı, bir annenin sükûtla beslediği hanımlık sanatı. Nesilden
nesle aktarılan İbrahim, İsmail, Hacer teslimiyetinin sabır ve iradeye set olan
şeytanı taşlamaları. Onların gidip gelişlerinin, iniş çıkışlarının özlerimizle
kurduğu sembolik bağın saltanatı. Bu lirik kıssada herkesin hikâyesine ayarlı
bir renk, bir motif var. Daima teslimiyet ve tevekkül üzerinde okunan ve
insanlığa bir bayram ikram eden bu yakınlık kervanı sadakat, sabır, ahde vefa,
rikkat ve edep gibi nice değerli yük taşıyor. Bu sebeple kurbiyetin omuzlarına
yüklenecek mana hepimizde ayrı bir hüviyetin ağırlığına kapı aralıyor. Nedense
herkes için farklı okunabilecek girift bir yapısı olduğunu çok düşündüm
kurbanın bu bayram. Onda, herkesi ayrı bir sesten geçmeye davet eden ince bir
çağrının varlığını sezinledim. Nitekim “Bayramda
gelir yâda ne hoş hâtıralar ki: Bin ömre verilmez, o kadar kadri girandır”
diyen Mehmet Akif’in içinden geçtiği bayramla “can bula cananını/bayram o bayram ola/kul bula sultanını/bayram o,
bayram ola” mısralarını terennüm eden Alvarlı Efe’nin baktığı bayram aynı
değil. Yahya Kemal’in Süleymaniye’nin kubbesi altında milletine ve tarihine
nazar ettiği heybetli bayram sabahı ile Abdurrahim Karakoç’un yoksul bir hüznü
bölüştüğü bayram sabahı aynı değil. Hâl böyle iken bayramı fırsata çeviren
tatilcilerle, hizmet ve ibadet şuuru telakki eden gönül ehlinin bayrama bakışı
nasıl aynı olabilir?
Kimimizin gönlünü İbrahim Peygamberin ağrılı
tevekkülüne, kimimizi İsmail Aleyhisselam’ın çocuk yüreğindeki aydınlık
teslimiyete, kimimizi Hacer annemizin merhametle yoğrulmuş muazzam metanetine
kilitleyen bir çağrı kurban bayramı. Maddenin dişlilerinden kurtularak, imgesel
bir bakış açısı ile üzerinde durulduğunda zahiri aşan bir yanı da var elbet. Sadece
evladüiyalin değil, eşyanın putlaştırıldığı bir zamanda, adanışı anlamlı bir
tablo gibi önümüze seriveren ve neyi kaybettiğimizi hatırlatan bir elçi gibi
geldi yine, hoş geldi. Yârin, yâranın,
yaranın bir basamak olduğunu anlatarak geldi. Önce halk eden, sonra verdiğini
kendisi ile olan yakınlığa sebep eyleyen o yüceler yücesinin kulundan istediği
ince idraki hatırlatarak geldi. Hoş geldi. Aile meclislerinin, suretine sükût
düşen muhabbetlerin ne kadar özlendiğini hissettirerek geldi. O’na yakınlığın,
insanın kendine ve kendinden olana uzaklığı ile tesis edilemeyeceğini, bu
yakınlığın paylaşmanın bereketi ölçüsünde sağlanabileceğini anlatarak geldi. Hoş
geldi. Temelinde ebedî muhabbet ve O’nun rızası olan sevgilerin bayramla
karşılanacağını bildirerek geldi.
Yolculuğumuzu his
yordamıyla yokladığımızda yokluğunu hissettiğimiz ne ise, onu almaya yardımcı
olacak bir maneviyat var kurban bayramında. Yeter ki açık bir yürek ile icra
etmek nasip olsun.
Mübarek olsun.