Lebbeyk Allâhümme lebbeyk...
Ulvi
kongrenin bânileri, “Lebbeyk Allâhümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke
lebbeyk. İnne’l hamde ve’n-ni’mete leke ve’l mülk. Lâ şerîke lek(*)”
ifadeleriyle melodileşen teslimiyet telbiyesi eşliğinde “vahiy”in sağanak gibi yağdığı göğün altındaki “tevhid” menzilinde büyük coşku yaşıyor.
Kutsal
yolculuğa çıkanlar için “büyük gün”
yaklaşıyor. Herkes topal karınca misali, Hicaz menziline varabilmenin
heyecanıyla varlık âlemini yeniden keşfetmeye hazırlanıyor.
Dinî
inanç güdülerek kutsal mekanlara gerçekleştirilen yolculuklar; en eski, en
meşakkatli ve en uzun yolculuklar olarak daima tarih sayfalarında yerini
almıştır. Bu yolculukların en önemlisi İslâm dininin şartlarından olan “Hac”dır. Tarihî olgusu Hz. İbrahim’e (a.s.)
kadar uzanan bu yolculuk sayesinde dünya Müslümanları zaman ve mekân şuuruyla
kendilerini yeniden keşfetme imkânı bulmaktadır. Bu yönüyle Hac; arınma ve
dirilmenin miladıdır bir anlamda.
Yaşadıkları
ve sevdikleri her şeyi arkalarında bırakarak yeryüzünün çekim merkezine
yönelenlerin “bilgelik şuuru” ve “sabır” azığıyla varacakları nihaî hedef
arşın altında kurulmuş olan ilk ev Beyt-i
Âtik’tir.
Burası
Allah’ın yeryüzündeki evi Beytullah’tır. Burası şehirlerin anası Mekke’nin
kalbidir. Burası alemlere rahmet olarak gönderilen “Son Peygamber”in, aşkıyla yanıp tutuştuğu gurbetidir. Burası
insanlığın hidayet ve bereket sembolüdür. Burası “ihtiyaçlılık bahçesi”nden “ihtiyaçsızlık
bahçesi”ne açılan kapıdır. Burası hem mal hem de bedenleriyle cihad
edenlerin; dağları, taşları, ovaları, vadileri, ırmakları, ummanları aşarak
gölgesine sığındığı Kâbe’dir.
Dünya
durdukça Yüce Rabbimizin, Resûlüne buyurduğu, “İnsanların içinde Hacc’ı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan
gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler” (Hacc, 27) buyruğu
artarak kabul görmeye devam edecek. İşte o buyruğun hayat bulacağı günlerin
arefesindeyiz.
Heyecan
dorukta. Gidenlerin ve gidecek olanların gözlerindeki tarifsiz heyecan hem içe
hem dışa akan rahmet damlalarıyla kendini derinden hissettiriyor. Bu rahmet
mevsiminde onlarla birlikte dünyanın en kutsal yolculuğuna çıkamadığım için
onları kıskanıyorum. Bu kıskançlığı bastırmanın yolu; yaşadığımız o rahmetin
gölgesindeki duygulu anları sizlerle tekrar paylaşmakla, hayaline dalmakla
mümkün belki de.
Ey
kutlu çağrıya kulak verenler topluluğu; “Kutsal
Topraklar”a ulaştığınızda göreceksiniz ki, sadece “menasikler” yetmiyor! Gezdiğiniz mekanların “mânâ” âlemine de açılmanız gerekiyor; vahyin sağanağa dönüşüp
yağdığı göğün altınaki “tevhid”
merkezinin hazzını yaşayabilmek için.
Aksi
takdirde bu yolculuğu; gönlünüzü ve beyninizi yoran bir zulme dönüştürürsünüz.
Allah’a misakınızı yenilemeden, Peygambere biatınızı tazelemeden, günahlarınızı
yakamadan dönme tehlikesi ile karşı karşıya kalabilirsiniz!
Görevlerimizi
bilirsek, kınayıcılardan olmayız. Görevlerimizi bilirsek, hiç kimseyi
davranışından dolayı yargısız infaza tabi tutmayız. O eksik oldu, bu eksik oldu
diye sızlanmayız. Cennet’ül Bakî’yi, Uhud’u, Hira Nûr’u... ziyaret, bidat
denildiğinde kızmayız!..
Kâbe’nin
önünde saf tutarken namaz için; orada Şafii yok, Hanefi yok, Maliki yok,
Hanbeli yok. Kadın yok, erkek yok. Orada sadece malı ve canıyla Yüce Rabbinin
çağrısına iştirak eden “tevhid ordusu”
var. Sizi oraya çeken “Kâbe” onları
da yakmakta.
Unutmayın!..
Burası Vahy’in yağdığı göğün
altındaki “tevhid” merkezi. Burası
dünyadaki Mahşer Meydanı!..
Ve
buraya gelenlerin hepsi istisnasız; Peygamber Efendimizin Veda Haccında irad
ettiği, “Arabın Arab olmayana üstünlüğü
yok. Üstünlük ancak takva iledir” sözü gereği takvaya erenlerin tâ
kendileridir.
Bırakın
istedikleri gibi saf tutsunlar... Bırakın istedikleri gibi namaz kılsınlar...
Bırakın istedikleri gibi tavaf etsinler... Bırakın “tevhid”i istedikleri dilde haykırsınlar... Bırakın istedikleri gibi
gözyaşı döksünler... Bırakın herkesi
kendi haline, kendinizi de!
Bırakın
Ecyad Kalesi’nin yerinde yükselen “Zam Zam Towers”ları. Bırakın Kâbe’yi
kuşatan gökdelenleri!.. Burada sadece Allah’ı ve Hatem’ül Enbiya’yı düşünün.
Sömürü
aracı markalar ve gökdelenler ihramlar içindeki milyonlarca insanı cezbetmek
için çekişiyor Kâbe’yle!..
Sizin
alışverişiniz yerlerin ve göklerin tesbih ettiğiyle olsun...
Sizin
alışverişiniz Kâbe’yle olsun...
Safayla
olsun... Merve’yle olsun...
Cebel-i
Nûr Dağı’ndaki Hira’yla olsun...
Peygamberimizin
hicret yolunda gözyaşı döktüğü Sevr Mağarası ile olsun...
Unutmayın!.. Unutup da sonra pişman olmayın!..
Yarın
büyük gün, Arafat’ta vakfeye durma günü...
TELBİYE:
(*) “Buyur, Allah’ım buyur! Davetine icabet
ettim, emrine boyun eğdim. Senin hiçbir ortağın yoktur. Hamd, nimet, mülk Sana
özgüdür. Senin hiçbir ortağın yoktur.”
Telbiyeye,
Hac veya Umreye niyet edilerek mîkât mahallinde iki rekat ihram namazı
kılındıktan sonra başlanır. Telbiyenin söylenmesiyle ihram hükümleri başlar. Hanefîlere
göre telbiye, ihrama girmenin şartlarındandır. Telbiyesiz ihram sahih olmaz. İhrama
girildiğinde telbiyeyi bir kez okumak farzdır. Mekan ve hareketlerin
değişikliğinde tekrarlamak sünnettir. İmam Şafii ile İmam Ahmed’e göre telbiye
sünnettir.
Telbiye,
Hacda Kurban Bayramı’nın birinci günü Akabe Cemresi’ne ilk taşın atıldığı, Umre
yapılıyorsa Hacer-ü’l Esved istilâm edilerek tavafa başlandığı vakitte sonlandırılır.
***
TEŞRİK TEKBİRLERİNİ
UNUTMAYALIM!
Peygamber
Efendimiz Hazreti Muhammed, (sav) Kurban Bayramı’nın arefe günü sabah
namazından başlayarak bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar, ikindi
namazı da dâhil olmak üzere farzlardan sonra teşrik tekbirleri getirdiğine dair
rivayetler vardır.
Hanefîlerde
tercih edilen görüşe göre arefe günü sabah namazından bayramın dördüncü günü
ikindi namazına kadar 23 vakit, her farzın ardından teşrik tekbiri getirmek,
kadın erkek her Müslümana vaciptir. Teşrik günlerinde kazaya kalan namaz aynı
günlerde kaza edilirken teşrik tekbirleri de getirilir. Teşrik günleri
çıktıktan sonra kaza edilmeleri halinde ise tekbir getirilmez. Namaz kaza
edilmedikçe tekbirler kaza edilmez. Şâfiî mezhebine göre ise teşrik tekbirleri
sünnettir.
Zilhicce
ayının muayyen günlerinde farz namazların ardından özel lafızlarla getirilen
teşrik tekbirleri, arefe günü başlayıp, Kurban Bayramı’nın üçüncü günü sona
ermektedir. Arefe gününün sabah namazından itibaren, bayramın dördüncü gününün
ikindi namazına kadar, 23 vakit farz namazın arkasından birer defa alınan
tekbirlere teşrik tekbiri denir.
***
HACCA GİTTİKLERİ İÇİN LİNÇ
KAMPANYASINA TABİ TUTULDULAR
Başbakan Prof. Dr. Necmeddin
Erbakan, Konya Valisi Hazım Oktay Başer ve münevverlerimizden Mehmed Şevket
Eygi’nin Hac ziyaretleri çeşitli mahfiller tarafından ülkenin gündemine
oturtulmuştu. Günlerce süren linç kampanyaları ve tartışmalar aslında bu isimlerin
şahsında İslâm’a açılmış bir savaştı.
ERBAKAN’A SALDIRI
54.
Hükümet’in Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan, değişik Asya ülkelerine
gerçekleştirdiği ziyaretin ardından, hem resmî temaslarda bulmak, hem de Hac
farizasını yerine getirmek üzere 14 Nisan 1997 yılında Suudi Arabistan’a gider.
Bu seyahat, muhalefet partileri ve basın tarafından “25. kez Hacca gidiyor” şeklinde eleştirilir. Erbakan, “Allah keşke birkaç 25 kez Hacca gitmek
nasip etse. Kendilerine de nasip etsin" diyerek muhataplarına dualı bir
cevap verir. Ve Hac görevini ifâ ederek 22 Nisan’da yurda döner.
*
HACCA GİDEN İLK VALİ
Ağabeyi
2. Bayezid ile taht mücadelesine giren Konya Valisi Cem Sultan büyük bir
yenilgiye uğrar ve Konya’yı terk eder. Mısır’da hüküm süren Memlük Hükümdarı
Kayıtbay tarafından hürmetle karşılanarak bir müddet misafir edilir. Cem
Sultan, Hac dönemi geldiğinde annesi ve hanımını da yanına alarak Hac
kafilesine katılır. Hac vazifesini yerine getirerek Osmanlı İmparatorluğu’nun
ilk ve tek Haccını ifâ eden şahsiyeti olarak tarihe geçer. Osmanlı Devleti’nin
Konya Valisi Cem Sultan’ın yaşadığı ulvî heyecanı, Osmanlı’nın küllerinden
doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başka Konya Valisi yıllar sonra tekrar yaşar.
Bu kutlu ibadeti Konya Valiliği dönemde (24 Temmuz 1975 - 2 Mart 1978)
gerçekleştiren kişi Hazım Oktay Başer’dir.
Bu yönüyle Konya Valisi Cem Sultan ve Hazım Oktay Başer’in Haccı; “Tarih tekerrürden ibarettir” sözünü
hatırlatmaktadır bizlere.
Hazım
Oktay Başer, henüz 4 aylık Konya Valisi iken ortalığı telâşâya vermeden
yurtdışına gideceğini beyan ederek izne çıkar. Kimilerinin aksine Avrupa’da
gününü gün etmeye değil, “Kutsal
Topraklara” giderek kutlu görevi ifâyı koşmuştur kafasına. Hanımını da
yanına alarak, geçer direksiyonun başına kara yoluyla Suriye üzerinden tutar
Mekke’nin yolunu. Haber herkesten önce, Peygamber yurdunda ikamet eden Konyalı Ali Ulvi Kurucu’ya ulaşır. Kurucu,
ensar sevinciyle Hazım Oktay Başer ve hanımını evine misafir eder.
Vakit
çok geçmez Kurucu’nun evinin önünde bir telâşâ başgösterir. Zabitler, Konya
Valisi Hazım Oktay Başer’i sormaktadırlar. Başer, hâne halkına korkmamalarını
telkin ederek, zabitlerle görüşmeye gider. Konya Valisi’ni karşılarında gören
zabitler selama dururlar ve durumu arzederler. Konya Valisi’nin Mekke’ye
geldiğini haber alan Mekke Valisi, yıllar sonra bir devletlinin Kutsal
Toprakları ziyaretinin şaşkınlığı ve sevinci içerisinde onu misafir etmek
istemektedir. Ev sahibine saygısızlık olmasın diye bu teklif teşekkürle
birlikte geri çevrilir ve bir dahaki sefere inşaallah denilir...
Medine’ye
gelindiğinde ise aynı iltifat Medine Valisi tarafından da gösterilir. Misafirliği
esnasında gösterilen âlâka ve hürmet Başer’i çok şaşırtır. Suudi gazeteleri,
Muhafız-ı Konya (Konya Valisi) Hacca geldi diye günlerce haber yapar.
Hac
görevinin tamamlanmasından sonra Türkiye’ye dönen Vali Başer’i bir sürpriz
beklemektedir. Konya Valisi’nin Hacca gittiğini öğrenen basın organları; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Valisi nasıl Hacca
gider?!.. Bu valiye kim izin verdi?!.. Laiklik elden gidiyor!..” diye
feveran ederek, bir kaşık suda fırtınalar koparmaktadır. Konya Vali Başmuâvini
Tekin bey, basında çıkan bütün haberleri Vali Başer’e sunarak, gerekli cevabın
verilmesi için talimatlarını arzeder. Başer, gülerek; “haklısın bunlara güzel bir cevap verelim” der. Başmuâvin kağıda
kaleme sarılmış, Vali beyin ağzından çıkacak ifadeleri beklemektedir. Başer; “yok yahû, yazıyla değil fiilen cevap
vereceğim. Seneye tekrar Hacca gideceğim” der.
Yani
bir anlamda, fevri davranmanın bir fayda sağlamayacağını düşünerek cevap
hakkını saklı tutmayı yeğler. Ve aradan geçen bir yıllık sürenin ardından
kendisini pervasızca eleştirenlere tokat gibi bir cevap vermenin zamanı
gelmiştir. Başer bu defa Hac kervanına, hanımının yanına annesini de katarak
tekrar düşer Kutsal Toprakların yoluna. Döndüğünde, ilk Haccında kendini
eleştiri bombardımanına tutan basın organları ve çevreler “dut yemiş bülbül” gibidir. Çıt yok!.. Ertesi sene bir daha, bir
daha... Çıt yok!.. Böylece “Vali Hacca
mı gider?!..” meselesi ortadan kalkmış olur.
Konya
Valisi Hazım Oktay Başer’in bu güzel ve cesur davranışından cesaret alan bazı
emekli valiler, sonraki dönemde onun mihmandarlığıyla kutsal görevlerini ifâ
ederler. Böylece Türkiye’nin kendine yabancılaştırıldığı bir hususta sessiz bir
çığır açılmış olur.
*
EYGİ, HACDAN DÖNEMEDİ
Mehmed Şevket Eygi: “1968'de bir yazım dolayısıyla hapse
mahkum edilmiştim ve bu ceza Yargıtay tarafından da tasdik edilmişti... Çok
soğuk bir kış günü uçağa bindim, önce Beyrut'a gittim. Oradan Cidde'ye... Hiç
unutmam, son Türk Hacı uçağını yolcu ettikten sonra Cidde Havaalanı'nda tek
başıma kalmıştım. Artık gurbetteydim. “Son
Uçak” başlıklı bir yazı kaleme alıp sahibi bulunduğum Bugün gazetesine gönderdim. Avukatım Ali Oğuz bey, daha sonra
gönderdiği mektupta bu yazıyı gözyaşları içinde okuduğunu beyan etmişti...”
(Adım Adım Hac-Tevhid Yurduna Hicret / Beşir Kitabevi)