Kutuya Sığmak!
Ne çok garip karşılanmıştı o ilk anları. Neredeyse herkes bir deli saçmalaması diyordu ona. Hem kendimizden görüyorduk. Ta evimizin en mahrem köşesinde oturan birisi olarak. Hem de kendimize çok uzak görüyorduk. Hayalimizin bile hatırlamaktan aciz kaldığı bir uzaklıktı bu.
Öyle her evde bulunmazdı
o. Hali vakti yerinde olanlar bile onu elde edemezlerdi hemen. Bir sıraya
girmeniz biraz uzun zaman beklemeniz ve sıranın size geldiğini haber almanız
gerekirdi epey vakit geçtikten sonra.
Nihayet haber size gelir
onun sizin evi kendine vatan tutacağı söylenir olurdu çarşıda pazarda. Siz de
bir telaşla onu evin hangi baş köşesine yerleştireceğinizi ve yakışacak en
güzel yerin neresi olacağını düşünürdünüz. Çünkü o sadece sizin değil öncelikle
akrabalarınızın ve yakın komşularınızın da sürekle görmek isteyeceği bir yerde
olmalıydı.
Ve gün gelir sabrın sonu
selamete ermiş gibi bir zaferle ağırlığınca paralar ödenir evin en geniş yerine
oturtulurdu o. Evin hanımı ve kızları o güzel dantellerle onu süslerken beyi de
yeni kutuların içine alır ve kem nazarlardan koruyacak tedbirler de bulunurdu.
Onun görünme saatini hem
evin halkı hem de o eve gelme cesareti olanlar merakla beklerdi. Sonunda
sobalar yakılır, çaylar demlenir kuklavari
tavırdan tavıra giren hali merakla izlenirdi.
Biliyor musunuz! Ne çok
ağlayanlar oldu onun karşısında ve ne çok gülenler. Bir de ne ağlayanlar ne de
gülenler.
Yorulmak ve uslanmak
bilmediler onu görenler. Ne seyrine doydular ne de halden hale koşan binbir
yüzüne.
Bazen öyle anlar olurdu ki
onu seyredenler acıkır ve yorulurdu. Onun da acıkıp yorulacağını düşünür kısa
süreliğine ondan ayrılmak isterlerdi. Lakin o umursamaz tavrıyla ne acıktığını
ne de yorulduğunu ima eder gibi konuşmaya devam ederdi.
Yıllar geçti aradan. Ev
sahiplerinin bütün fedakarlıklarına rağmen onda bir değişiklik olmadı. Ya
ağlattı ya güldürdü her zamanki gibi. Ya da ne ağlattı ne de güldürdü. O hep
bildiğini okudu.
Ev sahiplerinin çoğu
zamanla ona özendiler. Özenmek şöyle dursun onun kendilerini anlattığını
düşünerek daima ona iyi baktılar. Kollayıp gözettiler. Onun bütün gaddarlığına
rağmen evin en güzel yerinde ona yer açmaya devam ettiler. Onun yüzünden
uykusuz bile kaldılar. Günün bütün yorgunluğunu giderecek gecenin rahatlığını
ona ayırdılar. Evin neşesi olan çocukların cıvıltısı yerine onun gürültüsünü ve
zırıltısını tercih etmeye başladılar. Eşlerin dertleşmesinin yerini onun
fitnesi almaya başlamıştı çoktan. Akrabaların sorulup hatırlanmasının da yerini
alacak gibiydi. Kimse de onun bu halinden gocunmuyordu.
İnsan büyüdü ve gelişti.
Evdeki o kutu da küçüldü ve sürekli değişti. Her ikisi de intikam alır gibi hep
birbirinin aleyhine çalışıyor gibiydiler.
Ne çok insan o kutunun
içine sığmak ve içindeki hayatı yaşamak istiyordu bilemezsiniz. Ve yine ne çok
insan ondaki hayata yabancı ve ondan uzak durmak istiyordu anlayamazsınız. Onun
karşısında susanlar onu susturanlardan çok fazlaydı.
Bugün artık o kutunun
içine girmeyi bırakın neredeyse onu evden dışarıya atacaklar. Çünkü o kutu öyle
işler yaptı ki evden atılmayı bırakın küçülerek ve şekil değiştirerek insanın
cebine girdi ve onu sürekli meşgul ediyor. Her anı kontrol ediyor. Sadece
cebinde ve çantasında değil her an zihninde ve ellerinin içinde dolaşıyor.
Halbuki ne nostalji yaşamıştık o eski haliyle. Ne çok ağlamış ve ne çok
gülmüştük bize gösterdikleriyle.
Beşer bu! Önce kendi yapar. Sonra yaptıklarına esir olur.
Hürriyetine kavuşmak için yaptıklarından uzaklaştığını zanneder. Zaman
ilerledikçe aslında esaretinin ne kadar trajik olduğunu fark eder. Lakin hep
geç kalır. Namık Kemal’in dediği gibi.
Ne efsunkâr imişsin âh ey didâr-ı
hürriyet
Esîr-i
aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten