Dolar (USD)
35.21
Euro (EUR)
36.81
Gram Altın
2976.76
BIST 100
9724.97
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Kuşatma

Büyük bir kuşatma altındayız. Kendini iyilik gibi gösteren, iyilik elbisesi giymiş kötülüğün kuşatması altında… İnsanlığımızın üzerine çok geliyorlar, insanlığımız tehdit altında… Alanımız gittikçe daralıyor. Her damlası kamçı etkisi yapıp varlığımızı çizen hayvani vahşet dalgaları, kapitalizmin vahşi dişleri eşliğinde korumaya çalıştığımız küçük, gittikçe küçülen insanlık adamızı her gün biraz daha törpülüyor, ufak parçalara ayırıyor, yutmaya hazır, bekliyor.

Önce dışarıdan ve büyük darbelerle geldiler, kesti, biçtiler sağlam gövdemizi. Hayatın her veçhesini kuşatmış inançlarımız göstere göstere bir bir doğrandı. Her darbede dışı biraz daha zedelendi, koruyucu perdeleri parçalandı varlığımızın. Mahremiyet ince, şeffaf, korunaksız bir tabakaya dönüştürüldü gün gün. Şimdiyse kitlesel bir salgınla –uzaktan kumandayla idare edilen araçlar gibi- içeriden kuşatmak istiyorlar insanlığımızı. Elimizde kalan son kaleyi de, selâm kalesini, dostluk kalesini, barış kalesini, tokalaşma kalesini de bu vesileyle yerle bir edip nihai amaçlarına ulaşmak istiyorlar. Kırılan dala, dökülen yaprağa bir de gövdeyi içeriden kemiren “kurtlar” eklendi böylece. Dijitaliteye özgü solucan, virüs, mikrop gibi terimler nasıl da betimliyor bu yeni süreci? Yazık ki biri hapşırdığında “çok yaşa!” deme refleksimizi bile aldı götürdüler bu süreçte. Yazık ki, en yakınımızdaki hapşırsa bile artık onunla ortak bir gelecekte yaşama temennisini dahi el çabukluğuyla aldı götürdü bu virüslü süreç. Nasıl da küçüldü insanlığımız; hapşıran düşmana, hapşırmak kabalığa, hapşırık tehdide dönüştü heyhat…

Eskiden, kuşatılan kaleler dışarıdan, aylarca toplarla, mancınıklarla dövülür; kale surları, emanetine bırakılmış insanları korumak için son taşına, son gediğine kadar direnirdi. Düşman tarafından sulara katran karıştırılır, dudaklar nefeslerle nemlendirilirdi. İçeridekiler de eşlik ederdi üstelik kendilerini koruyan duvarlara. Ya dışarıdan, onları sevenler tarafından yardım gelecek veya gökten bir haber inecek nasılsa diye sabırla, sebatla yaşamaya devam eder; ne yapıp edip bir yolunu bulup gelecek olan yardım ışığını umutla beklerdi insanlar. Ya o yardım gelir, eski güzel günlerine dönerdi veya inançları için orada, kalelerini teslim etmeden ruhlarını teslim ederdi o kutlu çağların, o güzel insanları. Bir kimliğe doğar, bir kimlik kurar, bir kimliği savunur, bir kimlik için ölürlerdi. Kendileri ölür, kimlikleri masallarla, destanlarla, efsanelerle kendilerinden sonra da yaşamayı sürdürürdü. Kimliğini korumak, kişiliğini güvence altında tutmak yaşamanın birincil gerekçesiydi o vakitler. Yaşamak, sadece biyolojik varlığını bugünden geleceğe taşımak anlamına gelmiyordu çünkü o vakitlerde. Yaşamak, burada başlayıp burada bitecek olan, zamana tabi bir süreç değildi çünkü onlar için. Rahmetin çocuklarıydı onlar.

Rahmetten gelir, rahmetle buluşur, rahmete karışır, rahmete ererlerdi. Ölmez, rahmetli olurlardı onlar. Ve belki de bu yüzden ölümü düşman bilmezlerdi. Ve belki de bu yüzden ölümden bu kadar korkmaz, ölümden bu kadar kaçmazlardı. Ve onlar bilirlerdi ki kaderin üstünde bir kader vardı. Ve onlar bilirlerdi ki bütün kuşatmaları tek bir yürekli insan, tek bir inanmış adam yarar geçerdi. Ve onları, sığındıkları bir mağarada bir örümcek ağı bile kurtarırdı hatta. Virüsler onlara zarar veremezdi, örümcekler bile imdada yetişirdi hatta. Bir davaya inanıyorlardı çünkü onlar. Çünkü onların “güneşi sol, ayı sağ elime verseniz yine de vazgeçmem davamdan” diyen bir önderleri vardı. Çünkü onlar, o önderin ruhuyla uyanır, yaşar ve öylece ölürlerdi. Ve elbet onların önderleri açlıktan korkmaz, nasipse arayıp bulur beni derdi. Ve elbette onların önderi rahat bir uyku bile uyumaz, bedenini hasır yatakların insafına terk ederdi. Ne mal derdi vardı onların ne mülk ne de istikbal derdi. İsteselerdi göğü delerler ama karıncayı bile incitmezlerdi. Yukarıdan geldiğine inandıkları için kader onlara güler, onlar kaderlerine tebessüm ederlerdi.

Şimdiyse bambaşka zamanlarda yaşıyoruz. Şimdiyse ne bir davaya inanmış ve onu sonuna kadar götürecek önderlerimiz ne de o öncülere eşlik edecek yürekli insanlarımız var. Çok sular geçti o köprülerin altından ve sular kirlendi, köprüler esnedi şimdilerde. Çok nesiller, çok devirler geçti o yiğit insanların ardından ve şimdiyse herkes kendi başının çaresine bakma derdinde. Kaptan olmayınca tayfalar birbirine girdi zahir, tayfalar birbirine girince pusulası şaştı insanların, insanlığın; ne evvel bize ilham veriyor artık ne de umut aşılıyor ahir; ne batın serin sulara götürüyor bizi ne de hakikate çağırıyor zahir…

Ve yine savaşta yüreklerimiz ve yine kuşatmalar altındayız. Şimdiki kuşatmalar üstelik topla tüfekle veya mancınıklarla yapılmıyor. Kaleler karakter zayıflıklarıyla, hırslarla, açgözlülüklerle, kıskançlıklar, arzu patlamaları, nefretlerle içeriden kuşatılıyor ve şehirler, şehirlerimiz içeriden teslim alınıyor. Bedenlerimiz özgür gibi görünüyor belki eğer hala hırslarımız esir almamışsa. Ama yüreğimizi köleleştiren zihinlerimiz, zihinlerimizi esir alan eylemlerimiz kuşatma altında. O kadar, öylesine, o kertede uzağız ki Hakk’a, hakikate ilhamını yürekten almadığı için dudaklarımız, göğe ulaşmadan dağılıp gidiyor dualarımız. Daha başlamadan bitiyor göğe yolculuklarımız. Gözleri yere bakan hangi kuşun kanatları gövdeyi yukarıya taşıyabilir? Basamakları yürekten oluşmayan hangi dua göğe ulaşabilir? Kanatları bağlanmış, ayaklarıyla uçmaya çalışan kuşlar gibiyiz…