Küresel boğazlaşma
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin en kanlı ve trajik olaylara maruz cephelerden birisi de Kafkas Cephesi’ydi. Sarıkamış Harekâtı’nda Allahuekber ve Soğanlı Dağları’nda donarak toprağa düşen şühedânın acısının üzerinden 105 yıl geçmesine rağmen hâlâ tazeliğini koruyor.
Doç. Dr. Mehmet Beşikçi tarafından kaleme alınan geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulan “Cihan Harbi’ni Yaşamak ve Hatırlamak-Osmanlı Askerlerinin Cephe Hatıraları ve Türkiye’de Birinci Dünya Savaşı Hafızası” isimli eserde, Mehmetçiklerimizin Balkanlar’da başlayıp Birinci Dünya Savaşı ile devam eden ve Millî Mücadele’yle son bulan cephelerdeki mücadelesini otobiyografik (öz yaşam öyküsü) metinler eşliğinde anlatıyor.
Beşikçi eserinde, Birinci Dünya Savaşı tecrübesini askerlere ait otobiyografik kaynaklar üzerinden inceliyor. Cihan Harbi tecrübesi ve askerlerin bu tecrübeyi hatırlama biçimiyle, Türkiye’deki sorunlu resmî ve kolektif Birinci Dünya Savaşı hafızası arasında organik bir ilişki olduğu tespitini yapan Beşikçi, bu ilişkinin analizi için askerî tarihle hafıza çalışmaları alanlarını harmanlayan bir perspektif sunuyor. Savaşı bizzat yürütenlerin cephe tecrübelerini ve onların bu tecrübeleri nasıl hatırladıklarını anlamaya çalışarak, deyim yerindeyse Cihan Harbi’nin insan boyutuna ve hafızasına ışık tutmayı hedefliyor.
Modern endüstriyel çağın ilk küresel çatışması
1 Ağustos 1914 günü Almanya’nın Rusya’ya harp ilan etmesiyle, Harb-i Umumi olarak bilenen 3 kıtada ve sekiz cephede iki buçuk milyon askerin çarpıştığı bu savaşa girilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da 2 Ağustos 1914’te patlak verdiğinde Osmanlı Devleti de aynı tarihte seferberlik ilan etmiştir. Osmanlı Devleti bütün sınırlarda savaşmış ve İtilaf Devletleri’nin (İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya) askeri hedefi haline gelmiştir.
Osmanlı Devleti, Arap Yarımadası, Irak, İran, Avrupa, Galiçya, Doğu Anadolu ve Çanakkale’de çarpışmıştır. Türk milleti; Yemen, Medine, Kafkasya, Galiçya, Çanakkale’deki kahramanlıklara rağmen bu savaşta mağlup olmuştur. Savaş sonunda Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda Türk egemenliği yerini İngiliz ve Fransız eğilimli manda yönetimlerine bırakmış, bölgede Irak, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan gibi devletler kurulmuştur.
(Bu trajedilerle dolu savaşta Osmanlı’nın tahminen 240.000 askeri esir düşerken, 3 milyon insanı da şehit olmuştur. (Dünya genelinde ise 16 ilâ 19 milyon arası asker ve sivil hayatını kaybetmiştir.)
Modern endüstriyel çağın ilk küresel çatışması olan Birinci Dünya Savaşı, gerek ordularda istihdam edilen muvazzaf asker, gerekse de zorunlu askerlik sistemiyle askere alınan insan sayısı açısından daha önce benzeri görülmemiş kapsamda bir seferberlik tecrübesi ortaya çıkarmıştır.
Süre “On Yıllık Savaş” içinde olan Osmanlı Devleti için Avrupa ülkelerine göre daha da uzundur. Çünkü birçok Osmanlı askeri, Cihan Harbi öncesinde Balkan Harbi’nde de görev almış, yine birçoğu Mondros Mütarekesi’nden sonra Anadolu’da başlayan ve Ankara merkezli idare edilen Millî Mücadele’de de seferber edilmiştir.
Osmanlı askerleri cepheden cepheye koşuyordu
“Bu eserde amacım Birinci Dünya Savaşı muharebelerinin tarihini yazmak veya muharebelerin analizini yapmak değil” diyen Beşikçi, “Osmanlı askerlerinin cephe tecrübelerini ve hafızasını anlamak, harbin gündelik yaşamına ve bu tecrübelerinin hatırlanma biçimine odaklanmak” ifadesiyle varmak istediği noktayı özetliyor.
Bu tecrübenin spesifik kronolojik (1914-1918) aralığını kapsayan eser, Balkan ve Millî Mücadele tecrübelerini sadece Cihan Harbi tecrübesine etkilerini içeriyor. Bu anlamda Beşikçi, cephe tecrübelerine odaklanarak, Birinci Dünya Savaşı’na katılan erlerin tecrübe ve hafızalarını, askerlere ait benlik belgelerini azami seviyede resmin içine dâhil etmeye çalışıyor.
Bilindiği üzere, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı sahnesi gerçek anlamda çok cepheli savaştır ve Osmanlı orduları bu cephelerde aynı anda birden fazla İtilaf Devleti ordusuna karşı mücadele vermiştir.
Beşikçi eserinde, Osmanlı savaş tecrübesinin en yoğun, en uzun ve ne yazık ki, en kanlı geçen, dolayısıyla da hatırlama kayıtlarına en çok yansıyan (Kafkas-Şark, Çanakkale, Irak ve Sina-Filistin Cepheleri) dört büyük cephesini esas almış. Bununla birlikte, gerek kaynak taramasında gerekse de kaynakların okunması sürecinde, diğer Osmanlı cepheleri (Galiçya, Romanya, Makedonya, Arabistan-Yemen, İran ve Azerbaycan) ihmal edilmemiş; fakat araştırmanın omurgasını bu dört ana cephe oluşturmuş.
Otobiyografik metinler Kırım Savaşı’ndan sonra güçlendi
Osmanlı askerlerinin hatıra ve günlük gibi otobiyografik(öz yaşam öyküsü) metinler kaleme alma eğilimi ve alışkanlığının Kırım Savaşı’ndan (1853-1856) sonra güçlenmeye başladığı söylenebilir. Fakat bu alanda asıl “patlama” Balkan Savaşları’ndan (1912-1913) hemen sonra meydana gelmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde, genel olarak Osmanlı toplumu ve özel olarak da Osmanlı askerleri, hem otobiyografik kaynak üretimi açısından azımsanmayacak bir geleneğe sahipti, hem de spesifik olarak Balkan Savaşları’nda, bir savaşın hafızasına dair kişisel anlatılar üretme konusunda da oldukça yoğun bir deneyim yaşamıştı.
Bu deneyim Birinci Dünya Savaşı’nda da genişleyerek devam etmiştir. Birçok Osmanlı askeri Balkan travması hatırasını Birinci Dünya Savaşı’na taşımıştır ve Osmanlı bağlamında bu iki savaş tecrübesini birbirinden ayrı düşünmek çoğu kez zordur.
Hatıra defterleri istihbarat açısından önemliydi
Doç. Dr. Mehmet Beşikçi eserinde, tespit edebildiği matbu otobiyografik metinlerin, “On Yıllık Harp” dönemi ve Birinci Dünya Savaşı’nın başlıca dört cephesine göre, ait olduğu savaş ve cephesi net tespit edilebilen Çanakkale Cephesi’ne ait 341, Kafkas Cephesi’ne ait 77, Irak Cephesi’ne ait 44, Sina-Filistin Cephesi’ne ait 35, Birinci Dünya Savaşı’nın diğer Osmanlı Cepheleri’ne ait 42, Trablusgarp ve Balkan Savaşları dönemine ait 71 ve İstiklâl Harbi (mütareke dönemi dâhil) dönemine ait 500 metin (kitap, dergi ve gazete yazısı) olmak üzere toplamda 1.110 metne değiniyor. Ve cephedeki erlerin, aynı zamanda alt rütbeli askerlerin günlük gibi kişisel anlatı metni yazmalarının riskli görünmesine yol açabilen bir faktörden bahsediyor.
Arşiv araştırmalarından yapılan tespitlerde, cephede bir askerin düşman tarafından diri ya da ölü olarak yakalandığında ilk yapılan işlerden biri üstünün aranması ve işe yarayabilecek her şeye el konulmasıydı. Eğer ele geçen askerin üzerinden bir not defteri çıktıysa ve bu defterde askerin kendi birliğine ait bölük pörçük de olsa bilgiler varsa, karşı taraf bunu istihbarat açısından kullanılabilecek bir materyal olarak görüyordu. Mesela İngiliz istihbarat güçleri bu şekilde ele geçen günlük, hatırat ya da mektupları istihbarat açısından değerlendiriyordu. Ele geçen düşman askerleri üzerinden çıkan böylesi hatıra defterlerinin istihbarat açısından kullanılması Türk tarafının da yaptığı bir şeydi.
Peki, azımsanmayacak bir nicelik sunan bu metinleri askerler neden yazıyordu? Savaşa katılan bir asker, yaşadıklarına dair neden bir anlatı sunma ve tecrübesini başkalarıyla paylaşma ihtiyacı duyuyordu? Askerleri hatırat yazmaya iten nedenler neydi?
Birinci Dünya Savaşı gibi askerlerin cepheden cepheye koşturduğu, cephelerde uzun ve zor zamanlar geçirdiği yıpratıcı bir harp tecrübesi elbette savaşa katılan her askerin hafızasında derin izler bırakmıştır. Peki neden birçoğu bu tecrübeye dair anıları kendisinde saklı tutarken, bazıları onları yazılı ya da sözlü biçimde anlatıya dökerek başkalarıyla paylaşmak istediler?
“Benim hatıralarım, büyük tarih ırmağına akan küçük bir dere”
Cihan Harbi’nde Kafkas, Irak ve Sina-Filistin Cepheleri’nde görev yapmış, akabinde İstiklâl Harbi’ne katılmış, sonrasında ise Cumhuriyet rejiminin kuruluş safhasında hem aktif askerlik görevi, hem ateşelik, hem de Tek Parti rejimi döneminde TBMM milletvekilliğiyle siyasi roller üstlenmiş subay Rahmi Apak’ın, hatıralarını hem bir tarih aktarımı, aynı zamanda genç nesillere kendi perspektifinden bir maneviyat enjeksiyonu hedefiyle neden kaleme aldığını kendi ifadelerinde okumaktayız:
“Bu hadiselerde otuz yedi muhabereye gitmiş, yenilginin acılarını, zafer sevinç ve neşelerini tatmış, aç kalmış, atlı ve yaya olarak binlerce kilometre gizmiş dolaşmış, düşman asker ve subaylarını esir almış veya kendisi esirlik çekmiş bir adam olarak kendimi bir canlı tarih sandım, sandım amma bu hatıralarıma tarih adı veremem. Benim hatıralarım, büyük tarih ırmağına akan küçük bir dere, bir koldur. Bu hatıraların yazılmasında başlıca iki amaç vardır: 1. Bu tarzda yazılacak diğerleri gibi tarihe kaynak vermek. 2. Gençliğe yani yeni nesle manevi bir gıda sağlamak.”
Bir sonraki güne umutla bakabilmenin dayanağı
Birinci Dünya Savaşı’na katılmış ve kişisel hafıza kaydı üretmiş birçok askerde, kendisini uğruna savaştığı vatan ve milletle özdeş görme eğilimi mevcuttur. Başka bir deyişle, sıkça kendi “ben”leriyle, ait oldukları ulus-devletin “ben”inin özdeş olduğunu varsayarak konuştuklarını söylemek mümkündür.
Tüm belirsizliğiyle ölümün her an kol gezdiği bir cephede günlük tutmak, bir asker için yaşadığının ve bir sonraki güne umutla bakabildiğinin her gün yeniden teyit edilmesi de demektir. Örneğin, Kafkas Cephesi’nde sıhhiye onbaşısı olarak görev yapan Ali Rıza, çatışma ve soğuğun askerlere neredeyse hiç göz açtırmadığı, yaşam koşullarının son derece zor olduğu bu cephede düzenli günlük tutmaktan vazgeçmemiştir: “16 Kasım 1914… Bu satırları karalamak için çamur içinde bir taşa oturup yazıyorum. Sekiz on kadar gülle birden düşüyor. Ya Rabbi, selametle kurtulup da şu hatırayı cemaat içinde okumak nasip edecek misin?..”
Peki, bu zorluklar Onbaşı Ali Rıza’yı neden hafıza kaydını kağıda dökmekten alıkoymamıştır? Israrla yazmaya devam etmesinin nedeni neydi? Belli ki, Onbaşı Ali Rıza, günlüğüne yazdıklarını sadece savaştan sonra daha bilinir kılmak için kayda geçiyordu.
Osmanlı ordusu kozmopolit bir yapıya evrildi
Modernleşme sürecinde Osmanlı ordusu insan gücü açısından ağırlıklı olarak Anadolulu Müslüman köylü unsurlara (başta Türler, ayrıca Çerkezler, Kürtler ve Lazlar), özel olarak da Türk unsuruna dayanan bir ordu olmuştur. Anadolulu ve Türk unsurun ağırlığının Birinci Dünya Savaşı’nda da devam etmesine karşın, bu savaşta Osmanlı ordusu daha önceki hiçbir dönemde olmadığı kadar kozmopolit bir imparatorluk ordusu haline gelmiş ve imparatorlukta yaşayan demografik unsurları önemli ölçüde içermiştir. Örneğin, 1915 yılında Çanakkale Cephesi’nde görev yapan 27. Alay, askerlerinin çoğu Çanakkale ve çevresinden alınmış, bu bölgede yaşayan Müslüman Türklerin yanı sıra Rum, Ermeni ve Musevi unsurlardan da askerler 27. Alay’da görev yapmıştır.
1916 Şerif Hüseyin İsyanı’nın Osmanlı-Türk kamuoyunda oluşturduğu hayal kırıklığı ve öfke daha sonraki dönemlerde tüm Arapları kapsayacak bir nefret söylemine dönüştürmüştür. Cumhuriyet’in ilanının ardından yeni Türk ulus-devletinin yüzünü Batı’ya çevirmesi Ortadoğu halklarından daha da uzaklaşılması neticesini doğurmuş, harpten sonra Ortadoğu’da İngiliz ve Fransız hegemonyasında oluşturulan yeni himaye düzeni Türkiye’nin Ortadoğu halklarına daha da yabancılaşmasına yol açmıştır.
Millî Mücadele subaylarının en az yüzde 15’inin doğum yeri, Osmanlı Devleti’nin 1918’de kaybettiği Arap vilayetlerindendi. Çanakkale Cephesi’nde muharebede şehit olan toplan 57.084 askerden 914’ünün memleketi Arap vilayetlerindendi.
2 milyon kilometrekareyi savunan “yaya modern ordu”
Osmanlı askerlerinin Birinci Dünya Savaşı tecrübelerine ait hatırlama kayıtlarında en çok vurgulanan nokta, tüm cepheler dâhil olmak üzere, savaşın gündelik yaşamında askerlerin çektiği sıkıntılar ve baş etmeye çalıştığı zorluklardır.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı, sadece farklı rütbelerden değil, farklı coğrafyalardan, dinlerden ve etnik gruplardan çok sayıda askeri ordu birliklerinde istihdam ederek farklı cephelere sürmüştü. 1914 yılında Osmanlı Devleti hâlâ oldukça geniş sayılabilecek bir imparatorluktu ve toplam yüzölçümü 2 milyon kilometrekareydi. Ancak bu devasa coğrafya içerisinde mevcut toplam demiryolu ağı uzunluğu 6 bin kilometreyi geçmiyordu ve bu da tek hatlı ray sistemindeydi. (Bu uzunluğun oranı yaklaşık olarak, 304 kilometrekareye bir kilometre demiryolu demekti.) Bu yetersiz altyapının neticesinde, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunu, “yaya modern ordu” olarak tasvir etmek mümkündür.
Ayağı kabarmayan tırnakları kan kesmeyen hiçbir kimse kalmadı
Örneğin, seferberlik ilanının hemen akabinde, Mamüretülaziz (Elazığ) vilayetinin Eğin kazasının (bugün Kemaliye) köylerinden yola çıkıp, Kafkas Cephesi’ne gitmek üzere kaza merkezine yürüyerek gelip toplanan yaklaşık beş bin askerden biri de Onbaşı Ali Rıza (Eti) idi. Eğin’den Kafkas Cephesi’ne yapılan son derece çetin yaya yolculuğu Ali Rıza’nın günlüğünde sitem dolu cümleler yazmasına neden olmuştu. Zira hem yollar uzun ve kötüydü, hem iklim koşulları zorlayıcıydı, hem de her bir askerin taşıdığı yük ağırdı: “Yarım saat mola ile on beş saat yürüyen, beş saatte silah başı yapıp çantasıyla ayakta bekleyen, tam yirmi saat ayaktaki askerlerden bilmem ki ne hizmet bekleniyor. Yatıp da sekiz on dakika geçince bir iniltidir başladı. Of, ah, vah diyenin haddi hesabı yok. Ayağı kabarmayan tırnakları kan kesmeyen hiçbir kimse kalmadı. Zavallı millet, biçare efrâd. Haline bakıp da ağlamamak için hayvan olmalı. Ağladım çünkü benim de on tırnağıma kan dolduğu gibi tabanlarım da yumurta gibi şişmiş.”
Kış koşullarında yürümek, hem soğukla baş etmek hem de karlı yollarda yürümenin daha da zor olması nedeniyle askerleri çok yıpratıyordu. Bu tür durumlarda, bir nebze ne olsa kolaylık sağlamak adına askerler türlü yollar deniyordu.
Bazen açlık düşmandan daha fazla tehditkâr olabiliyordu
Cephelere ulaşmak kadar, cepheden geri dönmek de askerleri uzun mesafeleri yürümek mecburiyetinde bırakan bir durumdu. Askerdeyken izin alıp memlekete gitmek bu nedenden dolayı hayal kırıcı sonuçlar doğurabiliyordu.
Fakat cephelerden dönüşlerdeki en büyük karmaşa, kesinlikle 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra terhis edilen askerlerin geri dönüşlerinde yaşanmıştır. Mondros sonrası Osmanlı ordusunun terhis süreci henüz derinlemesine çalışılmış ve bilhassa sosyal tarih açısından incelenmiş bir konu değildir.
Cephelerin gündelik yaşamında, kötü beslenme ve eksik iaşe askerlerin en az düşman kadar baş etmeleri gereken bir zorluktu. Kafkas Cephesi’nde görev yapmış olan Tabip Yüzbaşı Şehidullah Fikri’nin (Altan) gözlemlediği gibi, cephedeki askerler için bazen açlık düşmandan daha fazla tehditkâr olabiliyordu. Ve askerlere göre de açlığın üstesinden gelmedikçe Moskof’u bitirmenin imkânı yoktu.
Askerler ölü hayvanları yiyerek açlıklarını gideriyordu
Örneğin, Çanakkale’de savaştıktan sonra Kafkas Cephesi’ne sevk edilen Er Halil (Koç), açlık bazen çok katlanılmaz hale geldiğinde hayvan yemlerini kavurup yemek zorunda kaldıklarını unutamamıştır. Kafkas Cephesi’nde savaşan Er İsmail (İrfanoğlu), yaralı ya da ölü hayvanları yiyerek askerlerin açlıklarını geçici de olsa giderdiklerini unutmamıştır. Yem kıtlığının Kafkas Cephesi’nde hayvan ölümlerini arttırmasıyla askerlerin bu hayvanları yiyerek açlıklarını gidermeye çalıştıklarını, ancak beklemiş ve çürümeye başlamış hayvanların etini yiyen birçok askerin zehirlendiğini de not etmiştir.
Cephelerde açlıkla baş etmek için hayvan leşi yemek zorunda kalan Osmanlı askerlerinin bazen kedi, köpek, karga gibi yenmesi makbul olmayan hayvanları da yemek durumunda kaldıkları; hatta açlığın etkisinden çarıklarını kızartıp yiyenlere rastlandığı, yine askerlerin hafıza kayıtlarında aktarılan bilgilerdendir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı cephelerinde iaşe eksikliği sorunu dinî inanç ya da etnik köken ayırt edilmeksizin tüm Osmanlı askerlerini etkileniş görülmektedir.
Salgın hastalıklar en az düşman kadar tehlikeli boyutlara ulaştı
Çanakkale Cephesi’nde tatlı su temini başlıca dört kaynaktan yapılabiliyordu.
Susuzluk had safhaya ulaştığında askerler ölüm veya yaralanma riskini almak mecburiyetindeydiler. Çanakkale Cephesi’nde ihtiyat zâbiti olarak görev yapan Ürgüplü Mustafa Fevzi (Taşer) su içmek için kendini tehlikeye atanlardandı ve bu an hafızasından silinmemişti: “Sığındere’de 38’lik mermilerden birisinin patladığı yerden su çıkmış, suyu görünce tahammül edemedim ve içmeye giderken düşmanın geçit noktasına tespit ettiği makineli tüfek kurşunuyla yaralandım.”
Açlığın ve yetersiz beslenmenin gerekçe olarak gösterildiği daha önemli bir disiplin problemi ise firar meselesiydi. Üstelik, bu gerekçeyi sadece bir etnik ya da dinî kökenden gelen askerler değil, Türk, Arap ve gayrimüslim dahil olmak üzere, yakalanmış birçok firari Osmanlı askeri dile getirmiştir.
Osmanlı ordusu cephelerdeki birliklere gıda temininde zorlandıkça, cephe gerisi, yani yurt cephesinde de gıda sıkıntısı kendini hissettiriyordu. Cephelerdeki hijyen problemleri, Birinci Dünya Savaşı’nda belki en az düşman kadar kayba uğratan salgın hastalıkların yayılmasını kolaylaştıran bir etmen olmuştur. Zira, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı cephelerinde salgın hastalıklarından şehit asker sayısı muharebelerde şehit asker sayısını geçmiştir.
Hijyen sorunlarına yol açan etmenlerin başında yetersiz su meselesi geliyordu; cephelerde askerlerin kişisel temizliğe yeterince vakit ayıramaması su kıtlığı sorunuyla birleşince, kendisini ve giysilerini yıkayamayan asker, sadece pis kokmakla kalmayıp bitlenip hastalanmaya kadar varabilen sağlık sorunlarıyla karşılaşıyordu.
Osmanlı askerlerinin cephelerde diğer bir düşmanı da bitlerdi
Beden temizliklerinin aksamasının en olumsuz sonucu askerlerin bitlenmesiydi. Tüm cephelerde bitle mücadele askerleri son derece zorlayan bir problemdi. Başka bir deyişle, Osmanlı askerlerinin cephelerde diğer bir düşmanı da bitlerdi; hatta, Kafkas Cephesi’nde görev yapan Sıhhiye Çavuş Tayyar’ın (Yazıcıoğlu) tespit ettiği gibi, bitler bazen düşmanlardan bile daha tahrip edici olabiliyordu. Örneğin, Anadolu sözlü kültüründe Kafkas Cephesi’nde “ordunun Ruslara değil, bitlere yenik düştüğü” sözü vardır ve mesela Oltulu köylüler çocuklarına aktardıkları savaş anılarında, “Sarıkamış’ta savaşta askerlerin kaşlarında yüzlerce bitin dolaştığını gördüklerini” anlatmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı harp tarihi literatüründe “siper savaşı” olarak da bilinen bir savaştır. Hijyen problemleri, siper savaşı koşulları kalıcı bir hale geldiğinde ve siperde savaşanın kendine özgü zorluklarıyla birleşince daha da çetrefil bir hâl alıyordu. Örneğin, binlerce askerin siperlerde çok uzun zaman geçirmek zorunda olduğu koşullarda askerlerin tuvalet ihtiyacını gidermek, uygulanması son derece zor tedbirleri gerektirdiği gibi, sağlık sorunlarını da arttırıcı bir tehdit haline geliyordu. Fakat siper savaşının katkı yaptığı kötü hijyen sorunuyla alakalı olarak hatırlama kayıtlarında iz bırakmış çok daha ciddi bir sorun siperler arasında biriken cesetlerin yol açtığı sağlık sorunlarıydı. Siperler arasındaki asker ölülerinin yaydığı koru ve bunların milyonlarca sinek için bir çekim ve üreme kaynağı olması askerlerin kişisel anlatılarında sıkça şikayet edilen bir durumdur.
Çürüyen cesetler “geçici ateşkes” ilan edilerek gömülebiliyordu
Öte yandan, cephelerde çürümekte olan cesetlerin defnedilememesi sorununun cephelerde sadece Osmanlı tarafını değil, İtilaf Devletleri tarafını da aynı şekilde olumsuz etkileyen bir durum olmasından dolayı, el yordamıyla işi halletmenin mümkün olmadığı durumlarda daha “kurumsal” bir çözüm yolu bulma mecburiyetinin ortaya çıktığı zamanlar da oluyordu. Kayda değer önemli bir örnek, iki taraf komutanlarının kısa süreli “geçici ateşkes” ilan ederek ölülerini gömmesi uygulamasıydı. Bu ateşkes elbette kısa süreliydi ve hemen akabinde çatışmalar kaldığı yerden devam ediyordu.
Siper savaşının bir neticesi olan, siperler arasında çürüyen cesetlerin yol açtığı sağlık sorunlarını sadece fiziksel sağlık sorunlarıyla sınırlı görmemek gerekir. Parçalanmış insan bedenlerini günlerce görmek zorunda kalmak, askerler üzerinde ciddi bir olumsuz psikolojik etki de yapıyor, siperlerdeki stres halini daha da ağırlaştırıyordu.
Birinci Dünya Savaşı, o tarihlerde doktorlar tarafından genellikle “histeri” genel başlığı altında üstünkörü geçiştirilmekle birlikte, gündelik dilde yaygın bir şekilde “gülle şoku” olarak bilinen, tıbbi açıdan ise “savaş nevrozu” olarak tanımlanan ciddi bir psikolojik patoloji alanının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Uzun süre siperlerde kalan ve çatışma ve bombardımanların stresi altında yaşayan askerlerde gülle şoku çoğunlukla donup kalma, kontrolsüz tikler, çığlık atma veya dil tutulması, eklemlerin kilitlenmesi, sürekli kâbus görme ve yaygın uykusuzluk sorunu gibi semptomlar ortaya çıkarıyor, aslında işini iyi yapan askerlerin bile “korkaklık” ile suçlanmasına yol açıyordu.
Orduyu şehitlik ve gazilik kavramları ayakta tutuyordu
Cephelerin gündelik yaşamında Osmanlı askerlerinin baş etmesi gerektiği bu zorlu ve çetin problemlere rağmen, Osmanlı askerlerinin büyük çoğunluğu savaşın sonuna kadar cephelerde görevlerine nasıl devam etti?
Cephelerdeki Osmanlı askerlerinin morallerini yükseltmek ve savaş motivasyonlarını muhafaza etmeye yönelik en sık ve yaygın başvurulan yöntem hiç şüphesiz şehitlik ve gazilik gibi kavramları vurgulayan, askerliğin ve vatan için savaşmanın kutsallığının ve savaştan kaçmanın İslâm din tarafından kınandığının altını çizen söylemlerdi. Bu tür söylemler hem birlik komutanları, hem de orduda kadrolu bir mevki olan “tabur imamları” aracılığıyla askerlere sürekli aktarılıyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nın aslında Türkiye için 1918’de değil, 1922’de sona ermesi, yani Mütareke’nin hemen ardından bir Millî Mücadele sürecinin başlaması ve yeniden bir seferberlik ilanı, binlerce Birinci Dünya Savaşı malûlünün içine düştüğü sefalet ve trajik durumun fark edilmesini zorlaştırmış, bu insanların harp sonrası hayata adapte olmaya çalışırken çektikleri sıkıntıları gözlerden uzak tutmuştur.
Gözleri bakarak yalvara yalvara ölen biçareler...
Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı askerleri için gerçek anlamda çok-cepheli bir savaş olmuştur. Osmanlı askerleri için Birinci Dünya Savaşı, endüstriyel bir savaşta modern kitle ordularıyla yıkıcı bir çatışma içine girmek zorunda olduğu bir savaş kadar, aynı zamanda farklı coğrafyalara sancılı seyahatler yapmak ve farklı coğrafyalarda uzun ve zorlu aylar geçirmek zorunda olduğu bir tecrübeydi.
Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi Türk kolektif hafızasında ağırlıklı olarak, esasen bu cephenin sadece ilk safhasına denk düşen Sarıkamış Muharebesi’yle ve belki ondan daha da önemli olarak, Osmanlı askerlerini en az Rus mermileri kadar kıran dondurucu soğukla özdeşleşmiştir.
Onbaşı Ali Rıza, soğuk ısırmasına maruz kalmış askerlerin böyle ızdırap verici ölüm sahnesini günlüğüne hüzünle yazmıştır: “27 Aralık 1914… Beş nefer incimâd getirdiler. Gözümün önünde kıvrana kıvrana can veriyorlar. Gözleri bakarak yalvara yalvara ölen biçareleri gördükçe hiçbir surette sarsılmayacağını ümit ettiğim kuvve-i maneviyem kırılıyor. Allahım zavallı milleti sen kurtar. Eceli geleni kurşunla öldür.”
Sarıkamış Harekâtı’nda yer alan 30. Fırka’nın harp ceridesinde, 10 Aralık 1914 tarihinde, fırkanın bağlı olduğu 10. Kolordu Komutanlığı’na fırka kumandanı Miralay Ali Osman Bey tarafından gönderilen durum raporunda bu acı gerçek gayet özlü bir biçimde ifade edilmiş: “Efrâdın elbiselerinden ekserisi keten ve bir kısmı da yazlıktır ve bir hayli efrâdın da kaputları yoktur. Kundura ve çarık noksandır. Teçhizattan bilhassa çadırların eksikliği pek ziyade hissedilmektedir. Çanta ve palaska da tam değildir.”
“Kahramanlık hikâyeleri”ni gölgelememe kaygısı...
Çanakkale’ye dair Türkiye’de mevcut olan gerek resmi söylem gerekse de hâkim kolektif hafızada Çanakkale Cephesi’ndeki siper savaşının bu travmatik boyutu yeterince dikkate alınmamış, hatta muhtemelen “kahramanlık hikâyeleri”ni gölgelemesinden kaygı duyulduğu için, bir ölçüde görmezden gelinmiştir. Halbuki incelediğimiz otobiyografik kaynaklar Çanakkale’de savaşan Osmanlı askerlerinin siper savaşının bu boyutundan ciddi biçimde etkilendiğini ve onu hafızalarına kaydettiğini göstermiştir.
Çanakkale Cephesi’ne ait hatırlama kayıtlarında tespit edilen ve Çanakkale tecrübesinde diğer cephelere göre çok daha belirgin ve güçlü olan bir başka özellik, Çanakkale’de görev yapan Osmanlı askerlerinin modern savaş teknolojisine dair çok daha yakından gözlemler aktarmaları, ama asıl önemlisi, bu teknoloji üzerinden bir “medeniyet” eleştirisi yapmalarıdır. Elbette burada kastedilen “Batı Medeniyeti”dir.
Örneğin, Çanakkale Cephesi’nde görev yaparken mülazım-ı evvel rütbesinde olan Cevat Abbas (Gürer) düşman uçaklarından “Ölüm yağdıran bu hava kartalları” diye bahsetmiş, bölgedeki çam ağaçlarının “tayyare zulmünden kurtulmak ve korunmak için en iyi bir sığınak olduğunu” nakletmiştir.
En kritik muharebeler Dicle Nehri boyunca gerçekleşti
Irak Cephesi’ndeki muhabereler Osmanlı Devleti’nin savaşa katılmış olduğu andan savaşın bitimine kadar neredeyse kesintisiz olarak devam etmiştir. En kritik muharebeler ise Dicle Nehri boyunca gerçekleşmiştir. Bu cephedeki çatışmalar 6 Kasım 1914’te İngilizlerin Basra Körfezi’nde Fav’a yaptıkları çıkarmayla başlamıştır. Nereye baksan İngiliz belâsı.
Sina-Filistin Cephesi, Birinci Dünya Savaşı’nın bilhassa başlangıç safhasında Osmanlı Devleti’nin öncelikli iki stratejik taarruz planından biri olarak ön plana çıkmıştır. Süveyş Kanalı’nda (Kanal Cephesi) İngilizlere karşı planlanan taarruz, Kafkas Cephesi’ndeki Sarıkamış Harekâtı ile birlikte Osmanlı ordusunun iki önemli ilerleme hedefinden birini teşkil etmiştir.
Esasen, daha önce de zikredildiği gibi, gerek 1916 “Şerif Hüseyin İsyanı”nın oluşturduğu öfke ve Birinci Dünya Savaşı sonunda Ortadoğu’daki Osmanlı-Türk varlığının ağır bir yenilgiyle son bulmasının, gerek erken Cumhuriyet dönemi Batılılaşma perspektifinde yeni Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle mesafeli bir ilişki kurma isteğinin, gerekse de Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin dış politika perspektifinin bu meseleyi muhafaza etmesinin bir sonucu olarak, Cumhuriyet dönemi Türk kolektif hafızasında, Araplarla olan ilişkilerin ağırlıklı olarak olumsuz yönleri ön plana çıkma eğilimi göstermiştir.
Irak Cephesi’de yazılan Kutü’l Amâre Destanı
Birinci Dünya Savaşı’nda Irak Cephesi’nde görev yapan Osmanlı ve İngiliz askerlerinin kişisel anlatılarında, içerik açısından elbette farklı vurgular bulunmakla birlikte, üç genel nokta üzerinde benzer bir şekilde odaklanıldığı görülmektedir. Başka bir deyişle, bu cephedeki gerek Osmanlı gerekse de İngiliz askerlerinin hafıza kayıtlarında en çok üç noktanın öne çıktığı görülmüştür. Bunlardan birincisi Irak Cephesi’nin coğrafyası ve iklimine dair gözlemler, yorumlar ve şikâyetlerdir; zira hem İngiliz askerleri, hem de bilhassa Anadolu kökenli Osmanlı askerleri, hayatlarında daha önce Irak bölgesini hiç görmemişlerdir. Bilhassa İngiliz tarafında daha sık vurgulanan ikinci nokta, uzun ve yıpratıcı bir muharebe olan, 7 Aralık 1915’ten 28 Nisan 1916’ya kadar süren ve sonunda Osmanlı zaferiyle sonuçlanan Kutü’l Amâre kuşatmasıdır. En çok öne çıkan üçüncü nokta ise askerlerin yerli Arap halkına dair pek çok farklı yorum içeren gözlemleridir; gerek İngiliz tarafı gerekse de Anadolu kökenli Osmanlı askerleri için yerel halk, alışık olmadıkları yaşam tarzı, âdet ve savaş esnasında gösterdikleri tavırlarıyla sürekli bir yorum vesilesi olmuştur.
Cihan Harbi’nde neler kaybettik; tefekkür eden var mı?!..
Hafıza kayıtlarından bize yansıyan bu tecrübe, cephenin gündelik yaşamın çetin koşullarına sürekli uyum sağlamaya çalışan insanları anlatıyor. Bu tecrübe, insan unsurunu değersizleştiren kitle ordularının endüstriyel yıkım savaşında, meçhul asker olmaya karşı direnen insanların hikâyesidir.
Araştırma, Cihan Harbi’ne katılan Osmanlı askerlerinin, gerek Osmanlı toplumundaki düşük okuryazarlığı tek ölçüt alarak yapılan basmakalıp iddiaların, gerekse de Osmanlı-Türk toplumunda bireylerin otobiyografi yazma kültürü olmadığı yollu önyargıların aksine, aslında tıpkı Avrupalı ve diğer ordulardaki askerler gibi geriye hiç azımsanmayacak ölçekte bir benlik belgesi birikimi bıraktığını göstermiştir. Bununla birlikte, “Cihan Harbi’ni Yaşamak ve Hatırlamak” isimli eserde bu hatırlama kaydı külliyatının kendine özgü karakterlerinin de altı çizilmeye çalışılmıştır.
Ayrıca, bu külliyatın bir diğer önemli ayırt edici karakteri olarak, Osmanlı askerlerinin savaşın teknik boyutları, muharebeler veya sıcak çatışmalardan ziyade cephedeki yaşamın zorlukları ve askerlerin savaş esnasında katlanmak ve baş etmek zorunda kaldıkları çetin yaşam koşullarına odaklandığı tespit edilmiştir.
Esere konu olan otobiyografik metinlerin yazarlarının, Avrupa’daki hayal kırıklığı anlatılarıyla mukayese edildiğinde, genel bir savaş eleştirisi yapma meramıyla bu hafıza kayıtlarını kaleme aldıklarını söylemek zordur. Türkiye 1918 sonrasında harbin muhasebesini yapmaya zaman bulamadan, çöken imparatorluğun külleri üzerinde bir uzatma savaşının sonundaki zaferle yeni bir devleti kurmanın heyecanının yaşamış; İkinci Dünya Savaşı’na girmemiş ve dolayısıyla bu savaştan sonra Batı toplumlarının topyekûn savaş mantığıyla giriştiği hesaplaşma ve sivilleşme sürecinden geçmemiş; tam tersine “Soğuk Savaş”ı, biraz da askerî darbelerin etkisiyle oldukça miliratist bir tonda yaşamıştır.
1914’te patlak veren bu savaş, genel olarak her savaş gibi, metafizik veya materyalist anlamda kaçınılmaz bir çatışma değildi; ne de bir doğal afetmişçesine insanların ve ülkelerin üzerine çöken bir felaketti. Ekonomik ve siyasi çıkar hesapları doğrultusunda, ülkelerin kaderine yön veren mevkilerindeki karar alıcıların tercihleri sonucunda patlak veren küresel bir boğazlaşmaydı. Bu boğazlaşma, Sanayi Devrimi’nin mümkün kıldığı müthiş teknolojik sıçramanın karanlık bir yüzünün de olduğunu ortaya koymuştur.
Osmanlı mirasçısı Türkiye, Cihan Harbi ve genelde savaş olgusuyla modern teknoloji arasındaki bu şizofrenik ilişki üzerine kapsamlı bir tefekkürde bulunmadığı gibi, Cihan Harbi’nde neler kaybettiğine dair yukarıda zikredilen benzer bir travma hesaplaşmasını da tam olarak henüz yapmış değil.
***
Tarih yazma metodolojisi üzerinden hareket eden Doç. Dr. Mehmet Beşikçi, “Cihan Harbi’ni Yaşamak ve Hatırlamak-Osmanlı Askerlerinin Cephe Hatıraları ve Türkiye’de Birinci Dünya Savaşı Hafızası” isimli eserinin giriş bölümünde okuyucuya âdeta bir öğrenci misali kök söktürüyor. Tarih yazmak isteyenlere Birinci Cihan Harbi üzerinden otobiyografi dersi veriyor. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nda yaşananların bilgi ve belge ışığında bütün çıplaklığıyla objektif olarak anlatıldığı bölümlerde insan âdeta olayların bir figürü haline gelerek sarsılıyor. Okuyucuda tarihi okuma değil, yaşama hissi uyandırıyor. Giriş ve sonuç kısmında çok akademik bir dilin kullanıldığı “Cihan Harbi’ni Yaşamak ve Hatırlamak” sunduğu belgelerle “mâzi deştikçe kanayan bir yaradır” denilmesinin ne mânâya geldiğini satırlar arasında ilerledikçe sık sık hatırlatıyor.
“Modern çağın şüphesiz en büyük yıkımlarından ve insanlık adına en derin trajedilerinden biri olan Birinci Dünya Savaşı tecrübesini bu tecrübenin öznesi olan askerlerin gözünden bakarak anlama isteği bende Osmanlı Cihan Harbi seferberliği üzerine doktora tezimi hazırlarken ortaya çıktı” diyen Doç. Dr. Mehmet Beşikçi, “Oğlumun, kimsenin savaş anısı anlatmak zorunda kalmayacağı barış dolu bir gelecekte büyümesi, en büyük temennim” diyerek “savaşların kazananının olmadığı” gerçeğinin altını çizerek eserine başlıyor.
Hamasetten uzak bir yaklaşımla döneme ışık tutmaya çalışan “Cihan Harbi’ni Yaşamak ve Hatırlamak-Osmanlı Askerlerinin Cephe Hatıraları ve Türkiye’de Birinci Dünya Savaşı Hafızası”na tarih bilincini geliştirmek için göz atmakta fayda var. Ayrıca “On Yıllık Savaş” dönemine ait çok geniş bir kaynakçaya yer verilen eserde, konu ile ilgili araştırma yapmak isteyenlere büyük bir imkân sunuluyor.
***
DOÇ. DR. MEHMET BEŞİKÇİ KİMDİR?
Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji üzerine yapan Mehmet Beşikçi, Yüksek Lisans ve Doktorasını aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’de tarih üzerine yaptı. Sosyal ve Beşeri Bilimler, Tarih, Yakınçağ Tarihi, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Sosyoloji, Toplumsal Yapı ve Değişme üzerine araştırmalar yapan Beşikçi, yurt içi ve dışında bir çok makale ve esere imza attı. Askerî tarihle sosyal ve kültürel tarih disiplinlerini sentezleyen bir bakış açısıyla araştırmalar yapan Beşikçi’nin son dönem Osmanlı askerî tarihinde savaş ve toplum ilişkisi üzerine Türkçe ve İngilizce makaleleri bulunuyor. Doç. Dr. Mehmet Beşikçi, halen Yıldız Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor.