Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
13 Haziran 2023

Kurak Günler'den Bereketli Günler'e

Emin Alper in Yanıklar kasabası üzerinden gösterime sunduğu distopyasını izlemedinizse kalsın. Sanata ve sinemaya kasıt girdiğinden ve aşırı kastın sanatın canına kastetmiş olmasından dolayı bu film izlenmeye değmezdi. Sanat ve sinemanın yersiz ve haksız muhalifliği de bayıyor. Bu tip distopya hülyası -dünya çok ilerde, batı çok demokratik ve yaşanılası ama bizim ülkemiz berbat, bu ülkede yaşanmaz- düşüncesini dayatması bakımından gerçek dışı…

Yaşayan çok. Güzel yaşayan da…Sıfır sorundan veya Polyanna’cı bakıştan söz etmeden güzellikle, bilim, sanat, sinemayla, teknik konforla ve daha iyiye güzele değişime, gelişime açık halde yaşayan da çok. Sadece bakış açısı ve bazı gerçekleri ısrarla görmeyi reddetmekle gelişen körlük, bu ülkeyi o kişiye, kesime ait bir distopyaya dönüştürmüş olabilir. Varsa kişisel hezeyanlarımızı bütün bir ülkeye, hatta kendi kesimimize boca etmemiz gerekmez, öyle ya… Tam bu noktada sanatın yüzde doksanı değil yüzde ona sahip çıkması gerektiğinden, onu sergilemesi gerektiğinden dem vuruluyor. Bu itiraza da ülkenin yüzde onunu göstereyim diyen bir filmin yüzde on luk kısmı yüzde doksana yayması, teşmil etmesi ve bütün bir ülke baştan sona işte böyle kapkaranlık demesine, böyle bir izlenimi vermek için sanat ve sinemanın imkanlarını suiistimal etmesine itiraz ediyoruz zaten.

Fakat izledim. Filmdeki, kasabadaki, ülkedeki herkes, özellikle devleti, kurumları temsil edenler -bu tip filmlerde genel olarak hep iddia edildiği gibi- çok ahlaksız. Yanıklar “ülkesi” yaşanacak gibi değil. Bir iki ahlaklı var o da o karanlık mı karanlık toplumun, halkın, genelin dışladığı o çok özel kişiler ve seçimler. O kısmı o kadar çok göstergelediniz ki biz kalın kafalılar, biz gericiler çok iyi anladık. Devleti aydınlık insanlar yönetebilselerdi -ah- böyle olmazdı tabi. Ama işte yıllarca aşağılananlar iktidarı ele geçirdi. Karanlık “yola devam” ediyor. Üzgünüz…

Filmin bu gibi filmlerin geneli dikkate alındığında çağrıştırdıklarına devam ettiğimizde şunları da söyleyebiliriz:

Toplumun farklıları ötekileştirmesi iddiası ve şikayetlerini bir insan ömür kadar, yıllardır dinledik. Hak da verdik. Hakça da kayırdık. Tamam. Fakat farklılığın aynı kalanı ezmesinden de bir o kadar sıkıldık. Artık ötekinin ülkemizi, ülke insanını siyasetle, bilimle, sanatla, sinemayla itip kakmasından da... Bahsedilen ögelerde ülke isanı da varlık gösterdi ve kendi siyasetini, bilimini, sanatını, sinemasını oluşturmaya dolayısıyla var oluş yolculuğuna çoktan koyuldu.

"Öteki"nin şımarıklığının hem öteki olmayı doğal olarak yaşamayı değil de herkesten üstün olmayı seçmek sandığı hem de berikini kendi seçimine icbar etmekle sonuçlandırdığı zamanlardayız. Berikinin ötekileştirildiği zamanlardayız. Öteki veya berikimizle hepimiz insanız ve seçimlerimize saygı duymak zorundayız. Hakaret ve aşağılamanın eleştiri üslupsuzluğu olduğunu da bir zahmet kabullenmek zorunda herkes.

Çoğu filmden sonra, neredeyse, az kaldı ki: "Ne yani ben şimdi belli bir siyasi düşünceye sahip değilim diye veya cinsiyet değiştirmedim, kendi cinsiyetimde kaldım diye ahlaklı veya iyi olamayacak mıyım? Onlar gibi güya "farklı" olmadığım için düpedüz suçlu muyum?:)" sorusu dayatılıyor. Kimileri farklılığı üstünlük olarak algılatmaya çalışıyor ve farklılığı sadece solcu olmaya (hakiki solcular bu gibileri solcu kabul etmiyor bu arada) ve cinsiyet değiştirmeye indirgemiş durumdalar. Muhalif olmayı da doğru anlayamadılar.

Bu filmden bunu mu anladın demeyin. Dolaylı anlatılmış. Dolaysız anladım. Yormadım yani yönetmeni…

Sinema sektörünü bilenler “kendi politik görüşünü taşımayanlara vahşice saldıran, ürünlerinde de onları aşağılayıcı temsillerle yani; sağcı Anadolu halkını bütünüyle aptal ve kaba, onların oy verdikleri siyasetçileri tecavüzcü iğrenç tipler, yargıyı da tamamen biat etmiş halde gösteren” yönetmenlerin varlığından haberdar olmalı... Mamafih bazı platformlar bu tip filmleri yüzümüze karşı nasıl bir övgü ile ısrarla sunmaya devam ediyor. Kıymetli olan, en azından koskoca bir halk, halklar için kıymetli olan her şeyden nefret ederek yaşayan bir kesim var. Aşırı distopik Kinya (Kin ülkesi)’lılar olarak mutsuzluk ve umutsuzluğu din, mezhep, tarikat edinmiş bir kesim…

Onların kırık ve gelişmemiş kalesini; İzmir'i iyi bilirim. Hayatım boyunca da en uç görüşten insanlarla mümkün olabilen en üst düzeyde arkadaşlıklar, dostluklar geliştirdim. İmanımın, insanlığımın verdiği özgürlüğe saygı enginliğiyle hep pozitif ayrımcılık yaptım. Fakat en ufak bir toplumsal kutuplaşmada, kimilerinin içlerindeki kinle onca arkadaşlık, kardeşlik emeğini paramparça ettiğini, bütün dünyanın suçunu bizim gibileri temsilci Müslüman, yakalanmış Müslüman seçerek üstümüze boca ettiklerini gördüm. Karadeniz ağzını şımarık bulurum ama konu çok uzun olduğu halde "Yıldum da" diyerek bitireceğim. Kitlelerini faşistçe yöneten bu bir kesim-cik birlikte yaşamayı istemedikleri bir nefreti kutsal inanç haline getirmişler.

“Sanat muhaliftir” mitinin gölgesi altında yaşayan kimileri, iktidar sermayesi ile çatışan başka bir sermayenin kulu olarak, yani bir gün, günün birinde iktidar olma umudunun, bütün sermayeyi ele geçirme umudunun şövalyesi olarak, işte böyle, bu kadar muhaliftirler. Gerçek muhalifliğin tanımını yeniden yapmak lazım. Ülke sınırlarını geçer geçmez sipariş destek ve ödüller üzerinden kendi ülkesini şikâyet ağzını övüp yüceltenler ülkesel onuru, dünya kürsüsünde küresel güçlerin önüne düşürmeye bayılıyor. Ülkemizin sorunlarını kendi içimizde birlikte çözmek varken, karşılıklı tanış olma, görüş alışverişi ile saygı ile ortak bir yolu bulmak dururken dışarıya adım attıkları anda halkını, devletini şikâyet etmek te neyin nesi… Küresel güce boyun eğmek, birazdan dış güçlere teslim olmak üzere içeride koşulsuz baş kaldırma, dinlememe, anlamama, nefret ve kutuplaşmayı muhaliflik olarak algılama yanlışı daha ne kadar sürecek? Nereye varacak?