Kurak Günler'den Bereketli Günler'e
Emin Alper in Yanıklar
kasabası üzerinden gösterime sunduğu distopyasını izlemedinizse kalsın. Sanata
ve sinemaya kasıt girdiğinden ve aşırı kastın sanatın canına kastetmiş
olmasından dolayı bu film izlenmeye değmezdi. Sanat ve sinemanın yersiz ve
haksız muhalifliği de bayıyor. Bu tip distopya hülyası -dünya çok ilerde, batı çok demokratik ve
yaşanılası ama bizim ülkemiz berbat, bu ülkede yaşanmaz- düşüncesini dayatması
bakımından gerçek dışı…
Yaşayan çok. Güzel
yaşayan da…Sıfır sorundan veya Polyanna’cı bakıştan söz etmeden güzellikle,
bilim, sanat, sinemayla, teknik konforla ve daha iyiye güzele değişime,
gelişime açık halde yaşayan da çok. Sadece bakış açısı ve bazı gerçekleri
ısrarla görmeyi reddetmekle gelişen körlük, bu ülkeyi o kişiye, kesime ait bir
distopyaya dönüştürmüş olabilir. Varsa kişisel hezeyanlarımızı bütün bir
ülkeye, hatta kendi kesimimize boca etmemiz gerekmez, öyle ya… Tam bu noktada
sanatın yüzde doksanı değil yüzde ona sahip çıkması gerektiğinden, onu
sergilemesi gerektiğinden dem vuruluyor. Bu itiraza da ülkenin yüzde onunu
göstereyim diyen bir filmin yüzde on luk kısmı yüzde doksana yayması, teşmil
etmesi ve bütün bir ülke baştan sona işte böyle kapkaranlık demesine, böyle bir
izlenimi vermek için sanat ve sinemanın imkanlarını suiistimal etmesine itiraz
ediyoruz zaten.
Fakat izledim.
Filmdeki, kasabadaki, ülkedeki herkes, özellikle devleti, kurumları temsil
edenler -bu tip filmlerde genel olarak hep iddia edildiği gibi- çok ahlaksız.
Yanıklar “ülkesi” yaşanacak gibi değil. Bir iki ahlaklı var o da o karanlık mı
karanlık toplumun, halkın, genelin dışladığı o çok özel kişiler ve seçimler. O
kısmı o kadar çok göstergelediniz ki biz kalın kafalılar, biz gericiler çok iyi
anladık. Devleti aydınlık insanlar yönetebilselerdi -ah- böyle olmazdı tabi.
Ama işte yıllarca aşağılananlar iktidarı ele geçirdi. Karanlık “yola devam” ediyor.
Üzgünüz…
Filmin bu gibi
filmlerin geneli dikkate alındığında çağrıştırdıklarına devam ettiğimizde
şunları da söyleyebiliriz:
Toplumun farklıları ötekileştirmesi
iddiası ve şikayetlerini bir insan ömür kadar, yıllardır dinledik. Hak da
verdik. Hakça da kayırdık. Tamam. Fakat farklılığın aynı kalanı ezmesinden de
bir o kadar sıkıldık. Artık ötekinin ülkemizi, ülke insanını siyasetle, bilimle,
sanatla, sinemayla itip kakmasından da... Bahsedilen ögelerde ülke isanı da
varlık gösterdi ve kendi siyasetini, bilimini, sanatını, sinemasını oluşturmaya
dolayısıyla var oluş yolculuğuna çoktan koyuldu.
"Öteki"nin
şımarıklığının hem öteki olmayı doğal olarak yaşamayı değil de herkesten üstün
olmayı seçmek sandığı hem de berikini kendi seçimine icbar etmekle
sonuçlandırdığı zamanlardayız. Berikinin ötekileştirildiği zamanlardayız. Öteki
veya berikimizle hepimiz insanız ve seçimlerimize saygı duymak zorundayız.
Hakaret ve aşağılamanın eleştiri üslupsuzluğu olduğunu da bir zahmet
kabullenmek zorunda herkes.
Çoğu filmden sonra,
neredeyse, az kaldı ki: "Ne yani ben şimdi belli bir siyasi düşünceye
sahip değilim diye veya cinsiyet değiştirmedim, kendi cinsiyetimde kaldım diye
ahlaklı veya iyi olamayacak mıyım? Onlar gibi güya "farklı" olmadığım
için düpedüz suçlu muyum?:)" sorusu dayatılıyor. Kimileri farklılığı
üstünlük olarak algılatmaya çalışıyor ve farklılığı sadece solcu olmaya (hakiki
solcular bu gibileri solcu kabul etmiyor bu arada) ve cinsiyet değiştirmeye
indirgemiş durumdalar. Muhalif olmayı da doğru anlayamadılar.
Bu filmden bunu mu
anladın demeyin. Dolaylı anlatılmış. Dolaysız anladım. Yormadım yani yönetmeni…
Sinema sektörünü
bilenler “kendi politik görüşünü taşımayanlara vahşice saldıran, ürünlerinde de
onları aşağılayıcı temsillerle yani; sağcı
Anadolu halkını bütünüyle aptal ve kaba, onların oy verdikleri siyasetçileri
tecavüzcü iğrenç tipler, yargıyı da tamamen biat etmiş halde gösteren”
yönetmenlerin varlığından haberdar olmalı... Mamafih bazı platformlar bu tip
filmleri yüzümüze karşı nasıl bir övgü ile ısrarla sunmaya devam ediyor.
Kıymetli olan, en azından koskoca bir halk, halklar için kıymetli olan her
şeyden nefret ederek yaşayan bir kesim var. Aşırı distopik Kinya (Kin
ülkesi)’lılar olarak mutsuzluk ve umutsuzluğu din, mezhep, tarikat edinmiş bir
kesim…
Onların kırık ve gelişmemiş kalesini;
İzmir'i iyi bilirim. Hayatım boyunca da en uç görüşten insanlarla mümkün
olabilen en üst düzeyde arkadaşlıklar, dostluklar geliştirdim. İmanımın,
insanlığımın verdiği özgürlüğe saygı enginliğiyle hep pozitif ayrımcılık
yaptım. Fakat en ufak bir toplumsal kutuplaşmada, kimilerinin içlerindeki kinle
onca arkadaşlık, kardeşlik emeğini paramparça ettiğini, bütün dünyanın suçunu bizim
gibileri temsilci Müslüman, yakalanmış Müslüman seçerek üstümüze boca
ettiklerini gördüm. Karadeniz ağzını şımarık bulurum ama konu çok uzun olduğu halde
"Yıldum da" diyerek bitireceğim. Kitlelerini faşistçe yöneten bu bir
kesim-cik birlikte yaşamayı istemedikleri bir nefreti kutsal inanç haline
getirmişler.
“Sanat muhaliftir” mitinin gölgesi
altında yaşayan kimileri, iktidar sermayesi ile çatışan başka bir sermayenin
kulu olarak, yani bir gün, günün birinde iktidar olma umudunun, bütün sermayeyi
ele geçirme umudunun şövalyesi olarak, işte böyle, bu kadar muhaliftirler.
Gerçek muhalifliğin tanımını yeniden yapmak lazım. Ülke sınırlarını geçer
geçmez sipariş destek ve ödüller üzerinden kendi ülkesini şikâyet ağzını övüp
yüceltenler ülkesel onuru, dünya kürsüsünde küresel güçlerin önüne düşürmeye
bayılıyor. Ülkemizin sorunlarını kendi içimizde birlikte çözmek varken,
karşılıklı tanış olma, görüş alışverişi ile saygı ile ortak bir yolu bulmak
dururken dışarıya adım attıkları anda halkını, devletini şikâyet etmek te neyin
nesi… Küresel güce boyun eğmek, birazdan dış güçlere teslim olmak üzere içeride
koşulsuz baş kaldırma, dinlememe, anlamama, nefret ve kutuplaşmayı muhaliflik
olarak algılama yanlışı daha ne kadar sürecek? Nereye varacak?