Kültürel iktidar olur mu?
Tüm din ve
ideolojiler tabii ki dünyaya bir tavır alırlar ve uzun vadede dünyayı kendi
perspektifleri çerçevesinde değiştirmeyi hedeflerler. Dünya bugüne kadar hiçbir
ideoloji, felsefi görüş ve dinin “idea”sında tahayyül ettiği biçimde
şekillenmemiştir. Bu, bir yandan ideal ile pratik arasındaki kaçınılmaz
mesafeyi, diğer yandan idealarla insani ve toplumsal talepler arasındaki
gerilimi bize tanımlamaktadır.
Son dönemlerde
belki daha yoğun olarak “kültürel iktidar” kavramsallaştırmasının
tartışıldığına şahitlik etmekteyiz. Öncelikle gerçekten “kültürel iktidar” gibi
bir kavramsallaştırmanın imkanı var mı şeklindeki soruyu iki boyutlu olarak
cevaplayabiliriz. Birincisi, Bir kültürün toplumda hakim olma durumuna
göndermede bulunuluyorsa, evet bir kültürel iktidardan daha naif olarak
bahsedilebilir. Ancak kavramla kastedilen şey, tıpkı “siyasal iktidar” gibi
“egemenlik” kavramına yoğun göndermeler içeriyorsa, bunun kültür kavramıyla
önemli ölçüde paradokslar içereceği aşikardır.
Bir kere
kültürellik daha tabandan ve içsel süreçlerle toplum tarafından
içselleştirilmektedir. Dolayısıyla bir egemenlik kavramsallaştırmasıyla kültüre
göndermeler yapmak, birbirine tezat teşkil ediyor görünmektedir. Zira egemenlik
gerektiğinde yukarıdan aşağıya (yani devletten topluma doğru) bir dikteyi
ihtiva etmektedir. Belki bu konuda Carl Smith’in iktidar ve egemenliğe yönelik
analizleri aydınlatıcı olabilir.
Her halükarda kültürellik
meselesinin tartışılacağı öncelikli konu değişimdir. “Değişim” kavramı
post/modern zamanlarda özel bir öneme sahip olmuş; kendisine pozitif bir anlam
yüklenmiştir. Aslında toplumsal düzlemde bir başka duruma geçişi tanımlayan ve
nötr bir anlama sahip olan değişimin, bugün yüklendiği pozitif anlam ilerleme
düşüncesiyle ilintili görünmektedir.
Bir toplumdaki
değişim iki boyutludur. Bunlar yukarıdan aşağı (devlet ya da iktidardan topluma
doğru) veya aşağıdan yukarı yani kültürden devlet de dahil olmak üzere yapılara
doğru gerçekleşir. Burada en sağlıklı değişim aşağıdan başlayarak yukarı doğru olandır.
Zira bir değişim unsurunun toplum tarafından içselleştirilerek kültürelleşmesi
daha sağlam bir zeminde ve tedrici değişim demektir. Çünkü aşağıdan ve kültürel
olarak başlayan değişim kendi dinamikleriyle, yavaş yavaş, toplum tarafından
hazmedilerek ve diğer toplumsal alanlarla etkileşim içinde gerçekleşmektedir.
Bugün toplumların
geçmişten bugüne kadar birikimlerinin belirleyici olduğunu görmekteyiz. Çünkü
bunlar toplumların tabiri caizse genetik yapısında ve hafızasında içerildiği
için çoğu zaman farkında olunmaksızın insanları yönlendirmektedir. Tam da bu
nokta bugün için geleceğe doğru projeksiyonda da belirleyici olacaktır. Bu
durumda şayet toplumda bir değişim meydana getirilmek isteniyorsa, bunun
belirli çıpaları dikkate alarak gerçekleştirilmesi gerekir.
Bu bağlamda
birinci adım, değişimin toplumun dip dalgalarındaki değerlerle tezat teşkil
etmemesi gerekir. İkincisi, değişim unsurunun mutlaka bu birikimlerle bir
şekilde düşünsel bağlantılarının kurulması gerekir. Üçüncüsü değişim unsurunun
toplumsal talep ve gerçeklikten kopmaması elzemdir. Aslında bu üç adım, bir
anlamda değişim için toplumdan onay almak demektir. Üçüncü adım da, değişim
unsurunun toplumsal zeminde kültürelleşmesi için etkileşime dayalı ve dikteden
uzak olacak şekilde sunulması gerekmektedir. Zorlama değişimler ilk başta kabul
edilmiş görünse de, uzun vadede içselleştirme sorunu yaşayacaklardır.
Dolayısıyla toplumun binlerce yıllık tarihi dikkate alındığında, varolan kültürelliğin süreç içerisinde değişime uğrasa da, geleceğe doğru sağlıklı bir toplum inşası açısından ciddi imkan olduğunu söylemeliyiz. Son birkaç yüzyıllık sürecin zihni müşevveş bir durum ortaya çıkardığı vaki ise de, toplumun dinamiklerindeki yönsemeleri iyi okumak gerekmektedir.