Kültürel Bataklık
Marshall Berman 1982’de Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor dediğinde o sıvılaşmanın günün birinde dünyayı bataklığa çevireceğini kim bilebilirdi? O devasa okyanustan kara parçalarının çıkacağını, yedi kıtanın beş iklimin üzerinde sayısız biçim, renk ve düşünce türeyeceğini ve sonra ansızın o biçimlerin, renklerin ve düşüncelerin yorgunluktan yere düşeceğini, iklimlerin birbirine karışacağını, sevimsiz ceset yığınları yaratacağını, yeryüzünün bir başından ötekine yeniden ve ama bu kez kötü kokuların pençesindeki bir sıvılık tarafından yutulacağını nereden bilebilirdik? Dünyaya gözlerini açan ilk insanın iğde ve gül kokuları arasındaki gezintisinin günün birinde onun evlatları tarafından iğde ve gül cesetleri arasındaki bir bataklığa saplanacağını, kokuların kendi kimliklerini yitirerek tazelik yerine ceset tefessühatına dönüşeceğini kim söyleyebilirdi? Bir insanın ötekiyle kurduğu ilişkiden sayısız değerler türeyeceğini, bu değerlerin önce güven telkin edeceğini, ardından yozlaşarak insanı insanın canavarına dönüştüreceğini nasıl tahmin edebilirdik? Başlangıçtaki kıkırdak dokuların sertleşeceğini, hareket kabiliyetini esneten kasların sapır sapır döküleceğini ve bütünlüğü sağlayan omurgaların eriyerek homo erectusun homo sapiense onun da homo devilse dönüşeceğini, omurgasını yitiren insanın bir yumuşakçalar olacağını nasıl öngörebilirdik? Geleneğin kimi faydalarına karşın o sert, katı katmanlarını yumuşatmak için “novus” ve “modus” tarafından uygulanan yöntemlerin bu kadar kısa sürede bu kertede rastladığı her şeyi eriteceğini, katı da olsa bütün o değerlerin birkaç on yıl içinde eriyip çöpe dönüşeceğini, o çöp artıklarının sefih kokular eşliğinde dünyayı dolaşacağını, bir baştan ötekine insanı, edindiği değerlerle birlikte devasa bir bataklığa gömeceğini, varılan noktada at iziyle it izinin birbirine karışacağını, dahası akışkanlığın o izleri bile yok ederek varoluşun devasa bir yokluğun pençesinde buharlaşarak o bulanık pisliğin içinde kaybolacağını nereden bilebilirdik?
Bataklık; suyun toprağa,
yumuşaklığın sertliğe, sıvılaşmanın katılığa sürekli, doğrudan ve aşırı
müdahalesiyle oluşur. Dışarıdan bakıldığında göz alıcı bir yeşerti sizi
çağırır, yanına gittiğinizde oçekimin etkisi aklınızı başınızdan alır, içine
girdiğinizde artık yüzeye özgü bütün güzellikler yerini çürümüşlüğün o azgın,
şehvetli ağzı tarafından yutulduğunuzu hissedersiniz. Bu vakitten sonra
mücadele daha iyisini yapma uğraşı olmaktan çıkar, her yekinme çamur tarafından
biraz daha yutulmaya dönüşür. Kültürün, kültürleşmenin, hayatın ilk özünün
çıktığı yer de çözülmenin, çürümenin, kokuşmanın olduğu yer de burasıdır. Bu
yönüyle bataklık hem başlangıçtaki yeşertiye hem de bitiş noktasındaki çürümeye
vurgu yapar. Dünyanın başlangıcı nasıl bir çorba hali, nasıl herbir ögenin
diğeri içinde eridiği ve hiçbirinin henüz kendini gerçekleştirme imkanı
bulamadığı bir halita ise muhtemelen vardığı yer de kendini sonlandıracağı, nefessiz
kalacağı ve boğulacağı eşik de orası olacak. Doğu bilgeliğinin yaşam döngüsü
için yaptığı o muhteşem tespitte dairenin başlangıç ile bitiş noktasının
birbiriyle buluştuğu, birbirine dokunduğu yer muhtemelen bataklığın, kültürel
bataklığın ta kendisidir… İşte orada,
dairenin başlangıcındaki kültürleşmenin zamanın çekiç darbeleriyle eğilip
bükülerek vardığı yerde, bütün o dağ sularının, kar sularının, yağmur ve
yeraltı sularının devasa bir set tarafından durdurularak derelerin, ırmakların,
çayların birbirinin içine karıştığı, akışkanlığın zemin üstündeki yolculuğuna
kısa devre yaptırarak kendi içinde debelenmeye evrildiği, dolayısıyla sıvıların
kokuştuğu o uyuşuk mayışık, o pis yerde, derimizin altında kımıldayıp duran
kötülük tortulaşmasının yüzeye çıkarak görün olduğu yerde duruyoruz. Dünya
artık bir bataklık... Sert kayalar, yumuşak ve verimli topraklar kirli sular
tarafından, insan eliyle kirletilen sular tarafından yutuldu. Kültürel
yozlaşmanın özenle (!), emekle (!) getirip bıraktığı, hiçbir canlıdan tazeliğin
fışkırmadığı, hiçbir bitkinin meyve vermediği, hiçbir değerin ayakta kalamadığı
bir bataklığın tam ortasında duruyor, kendi gülünç halimizle hayata oradan
bakıyoruz. Tuhaf olan şu ki kültür de insanlığın ürettiği bütün öteki değerler
gibi iki ucu keskin bir bıçak. Bir zamanlar, insanın insan olma sürecinin vazgeçilmez bir
parçasıydı, şimdi ise insanın insanlık onurundan vazgeçişinin mutlak bir
katalizörü...
Hepimiz, her yerde, kültürel
bataklığın tam ortasında burayane zaman, nasıl, kim tarafından getirildiğini
bilmeden rastgele kımıltılarla ondan kurtulmaya çalışıyoruz. Bir taraftan pis
kokular yüzümüzü buruşturuyor, öteki taraftan bu kokuya alışmış benliklerimiz
oradan çıkacak bir lotus çiçeğini bekliyor. Bataklık harekete izin vermediği
için herbirimizin uzattığı el ya diğerine ulaşmıyor veya ulaştığı eli daha
derinlere batırıp boğuyor. En ufak bir sert zemin olmadığı için cesetler
kokuşuyor, herbir cesetten yükselen kokular lotus çiçeğinin hem gövdesini hem
de usaresini bastırarak kokuşmuşluğu atmosfere dönüştürüyor. Türkiye’de bir
köyde, Narin adlı sekiz yaşındaki bir kız çocuğu gün ortasında, alelacele
öldürülüyor, kanıtları ailesi tarafından yok ediliyor, pis, bulanık bir derenin
sularına gömülüyor, gövdesi çürüyene kadar bulunamıyor, kanıtlar el birliğiyle
ortadan kaldırılıyor ve hayat kaldığı yerden devam ediyor.Bataklığın en
tehlikeli olduğu yer, kendisini en çok çimen gibi gösterdiği yerdir. Kötülük en
çok da görünür olduğu zaman tehlikelidir. Bu vakitten sonra söylenecek tek bir
söz var: Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında
dediği gibi “Bat dünya bat!” Dünya bataklığa dönüşünce insanın boğulmaktan
başka çaresi kalmıyor.