Küçük Hesaplar
Küçük hesaplar peşinde koşmayan, küçük şehirlerde yaşayan, küçük şeylerle mutlu olmayı bilen insanlara esefle bakıyor insan. Ne vakit bir köye gitsem yahut onun yanından geçsem içimde tarif edilmez sayısız elem… Küçük yerlerin dertleri de küçük oluyor. Küçük, doğası gereği karmaşadan alabildiğine uzak oluyor. İnsan ne yapıp edip bu kocaman dünyada kendine küçük dünyalar bulabilmeli ki kırıldığında, ezilip büzüldüğünde başını sokabileceği küçük bir yer olsun. Büyüğün sürekliliği kadar küçüğün sürekliliği de sıkıcı olurmuş, olsun… Değil mi ki şehirler sıkıntıyı yok etmiyor, uyuşturuyor. Değil mi ki şehirler deva değil, narkoz; kendi ağrısıyla baş başa kalmak istiyor insan.
15 Temmuz darbe girişimden sonraki gündü. Sabah zor gelmiş, gece boyunca çatışmalar devam etmiş, yüzlerce ölü, binlerce yaralı var. Darbe bastırılmış, yer yerinden oynamış, hayatın her alanında, deprem sonrası enkaz görüntüleri var… Bir köy terminalindeyim. Yan tarafta, kaldırım kenarında karı-koca konuşuyor. Bütün bunlardan habersiz kadın kocasına “bugün soğan torbalarının hepsi yüklenir mi,” diye soruyor. Adam da başını sallayıp, “yüklenir her halde,” diyor, öteki bütün işler nasıl sırasıyla hallolduysa, patates torbalarının da kamyona yüklenebileceğini anlatıyor. İkisi de son derece rahat. Belli ki ne darbeden haberleri var ne haberlerden behreleri… Belli ki sadece köyde yaşamıyor, televizyonsuz da yaşıyorlar. Belli ki sadece televizyonsuz yaşamıyor, kredisiz de yaşıyorlar. Belli ki gönül verdikleri, ait oldukları tek yuva evleri, siyasetten anladıkları tek parti, hayat partisi… Ekrana değil, gökyüzüne bakıyorlar. Parayla değil takasla ilgileniyorlar. Allah bilir, ekmeklerini de kendi hamurlarıyla yapıyorlardır. Allah bilir, köylerine fırın yapılmamış, şehirden ekmek arabası da gelmiyordur. Yüzlerine baktım, gram gam kasavet yok. Santim endişe gezinmiyor damarlarında. Hayata yukarıdan, gökten bağlılar ve böylesi –darbe gibi- büyük olaylar onları hiç ilgilendirmiyor. Kim gelmiş, kim gitmiş, umurlarında değil. Ne devirme ne devrilme potansiyelleri var. Günlük, öylesine sıradan bir akış işte… Yağmurdan yaştan koruyacakları birkaç torba patates, soğan çuvalı, üç beş kurutmalık biber, oymalık patlıcan, tatlılık kabak, o kadar. Bütün kaygıları bundan ibaret… En azından o gün için, en azından o an, o kaldırım kenarında böyle…
Vardır onların da ufak tefek endişesi ya, bakışları gibi bu çağa ait değil sanki dertleri de... Yüzlerce yıl öncesinde kalmış, yüzlerce yıl öncesinin göğünden aşağı düşen sıkıntılar ne kadar büyük olabilir ki? Tarlaya tapana düşen yağmur miktarı, sabaha kadar dinmeyen karın ağrıları, karnı doyması gereken üç beş kişilik ev hanesi, dikilmesi lazım üç beş fidan, güdülmesi gereken beş on baş hayvan… Vardır, muhakkak vardır yüzlerce sene öncesi de iktidar kavgaları, saray entrikaları, yakın çekim ihanetler… Hint, Antik Mısır, Roma, Bizans, Osmanlı… Hangisi entrikadan beri ki?.. Saraylar, entrikalar, ihanetler değişmediği gibi köylülerin yüzündeki ifade de hep baki. Hayat özsuyunu geçmişten geleceğe köylüler üzerinden aktarıyor gibi bir his yayıldı içime. Şehirlerse yolu dolambaçlı hale getiriyor, uzatıyor, mesafeyi açıyor. Adem de Havva da, Habil ve Kabil de sabahın erinde karşılaştığım o iki insanın yüzünde görünüp kaybolurken şehirler onlardan sonra gelen, onların türevi olarak varlar. Köyün ve köylünün yalınlığına karşı şehrin ve şehirlinin karmaşası… Geçmişin kısa yoludur köyler; şehirler, geçmişle şimdi arasında duvar… Birincide Kabil olsa olsa Habil’e taş fırlatır ve hala öyledir; ikincide Kabil Habil’den görünür, Habil gibi görünür, Habil’ce kapar taşı, Habil’ce fırlatmak yerine, elli renge boyar, çiçek gibi gösterir, öyle atar rakibine…
Biz büyük hesaplar peşinde koşan büyük şehir insanları, büyük mutluluk avcıları, her avda kendi vurulan… Darbeler de bizden sorulur, iktidarlar, ihanetler, büyük zaferler ve yenilgiler de… Büyüyünce sadece büyükleri görür gözlerimiz, küçülünce büyük arar… Büyüyünce surat asmaktır işimiz, küçülünce büyük suratlar aramak… Büyüyünce büyüdüğümüzü sanmaktır bizim işimiz küçük göründüğünü sanmak asıl büyüğün… Büyümek için kalbi küçültmek gerektiğini düşünerek özenle içine aldığımız dostlarımızı oradan tek tek çıkarıp dışarı atmak; hayattan, ahlaktan dışarı atılmak aslında…
Küçük ile işimiz yoktur. Şehrimiz büyük, beynimiz büyük, yüreğimiz büyük, amaçlarımız büyük, beklentilerimiz büyük, mutluluklarımız büyüktür. Büyüklük hastalığına yakalanmışızdır bu yüzden. O kadar büyük ki şehirlerimiz görünmez olmuşuzdur. O kadar büyük ki beyinlerimiz, gözümüzün önündekini görmez olmuşuzdur. O kadar büyüktür ki yüreklerimiz, kalabalıktan kimsecikler giremez olmuştur. O kadar büyüktür ki amaçlarımız bırakın varmayı, yaklaşılmaz olmuştur. O kadar büyüktür ki beklentilerimiz, haşa, kader bile karşılayamaz olmuştur. O kadar büyüktür ki mutluluklarımız, hiçbir yerde görünmez olmuştur. Büyüklüklerimiz artık bizi taşımaz olmuştur. Her şeyimiz o kadar büyük ki bırakın onunla yürümeyi, bizi yanında taşımaz olmuştur. Biz büyüklük hastalığına yakalananlar için hayat artık yaşanmaz olmuştur.
Küçük hesaplar, ah küçük hesaplar, öyle bir aynadır ki onlar, büyükleri küçük, küçükleri büyük gösterir; dostluk mahallesine hiç uğramaz da hırslarda, şehirlerde, mevkilerde, makamlarda gezinir. Küçük hesaplar, ah küçük hesaplar, öyle bir aynadır ki onlar küçükler arka ceplerinde, büyükler yüreklerinde taşır onları. Arka cepten düşer belki bazen küçük hesaplar ya, yüreğin sökülme ihtimali yok…