Küçük, Çok Küçük, Mini Minnacık Esnaf!
İlk gençlik yıllarımdan ilginç bir olay.
Bence ilginç,
bakalım sizce de öyle mi?
Efendim…
Yaş 20 mi, ne…
Mesleği kebapçılık olan arkadaşımla
dolaşırken köşe başındaki lokantadan gelen gürültüleri duyduk.
Bağırış, çağırış, kırılan tabakların
çılgın sesleri…
İçerisi müşteri doluydu, ortalık
ana baba günüydü.
Huyum kurusun;
nerede bir olay varsa göbeğine
kadar girmezsem, başımı belâya sokmazsam olmaz!..
Kendimi içeride, birbirlerine
yumruk sallayanların, tabak fırlatanların arasında buldum!..
“Beyler,
sakin olun!”
filan..
Araya müşteriler ve çalışanlar da
girince kavga aralandı.
Ortalık sakinleşti.
Kavga edenlerden biri,
etraftakilere “Kusura bakmayın, böyle
olmasını istemezdik!” yollu bir şeyler söyledi.
Müşteriler dağıldı, içeride
çalışanlarla kavga edenler kaldı.
Bir de biz!..
Öğrendik ki, kavga edenler lokantanın
sahipleriymiş, öz be öz kardeşlermiş aynı zamanda!..
Bizim kebapçı arkadaş, “Kardeş olacaksınız bir de, nedir aranızdaki
sıkıntı?” diye sordu.
Dördü bir araya gelip, bir
yanında lahmacun fırını, bir yanında yemek ve döner tezgâhlârı olan bu dükkânı
devralmışlar.
Çalıştırmaya başlamışlar.
Müşteri sıkıntısı çekmiyorlarmış,
dükkân iyi iş yapıyormuş ama aralarında anlaşmazlık çıkmış.
Ortaklık kolay iş değildir malûm…
Kasadan para aldın, almadın,
vesaire, vesaire…
Kardeşlerden büyükleriymiş gibi
görüneni “Olmayacak böyle, devredeceğiz
dükkânı, sonra da sen sağ ben selâmet!” dedi.
Bizim kebapçı arkadaş, dükkânla
ilgili sorular yöneltti biraz evvel
kavga eden kardeşlere…
Kalktı, fırını, tezgâhları
inceledi…
Çalışanlarla konuştu.
Böyle, yarım saat, kırkbeş dakika
geçirdik orada.
Sonra vedalaşıp çıktık.
Kebapçı arkadaşım yolda, “Bunlar dükkânı devretmek istiyor, yeri
güzel, kirası uygun, benim de iş sıkıntım var!” dedi.
Ve bana “garip” bir teklifte
bulundu:
“Gel
bu dükkânı beraber işletelim! Ailelerimiz yakın, biz iyi arkadaşız. Kendi
işimiz olur!”
“Hadi
ya, Ben ne anlarım bu işten! Sahanda yumurta yapmaktan öte marifetim yok!”
dedim.
O anlarmış.
Ben sadece kasada duracak, muhasebe,
evrak işlerini filan takip edecekmişim.
“Saçma!” dedim.
“Değil,
niye saçma olsun!” dedi
ve ekledi:
“Sen
dur hele, bir konuşalım.”
O dükkâna geri döndük.
Kardeşler biraz şaşırır gibi
oldu.
Bizim kebapçı arkadaş, “Hele
biraz daha konuşalım sizinle!” dedi.
Durumundan bahsetti ve dükkânı
devir için kaç lira istediklerini sordu.
Bir fiyat verdiler.
Bizimki “Fazla bu para, dükkân sahibi ile ayrıca konuşacağız da, siz tezgâhtaki
mallara ne istiyorsunuz?” dedi.
Onlar da, müşterinin iyi
olduğundan, aralarında anlaşmazlık olmasa asla devretmeyeceklerinden filan
bahsetti.
Sonunda iyi bir indirim yaptılar.
Bizim kebapçı arkadaş, “Serdar,
beş dakika konuşalım dışarıda!” dedi.
Bana “Bak gayet güzel bir fiyata indiler. Dükkân sahibini de çağıralım,
devir hakkı veriyorsa, girelim bu işe!” dedi.
Ben…
Lokantacı, kebapçı!..
O yaşımda!..
Arkadaşımın benden istediği, o
parayı bulmam ve kasada durmamdı.
Tezgâhları o idare edecekmiş,
kebapları o yapacakmış…
Zaten hazır çalışanlar da varmış.
Onları da birkaç gün dener,
hallerine bakarmışız.
Bende o kadar para yoktu.
Bir yakınımdan isteyebilirdim.
Minibüse atladık.
Yakınıma gittik.
Sağ olsun, bende olanın üzerini
tamamladı.
Çok da fazla olmayan bir parayı
borçlandık.
Arkadaşımız emekçi ortak, biz ise
“sermayedar”, kasiyer!
*
Bu işlerde…
İlk günler zevkli oluyor.
Müşteriler gidiyor, müşteriler
geliyor…
Dükkân çalışıyor.
Bizim ortak neşeli...
“Ağlayan
döner, ağlayan döner!”
diye bağırarak satış yapıyor.
Filan...
Ben, bambaşka bir ortamdayım.
Tuhaf, renkli.
Şöyle bir durum çıkıyor karşıma:
Evet, müşteriler gidip geliyor,
kasaya bir şeyler giriyor ama…
Sabahın köründen gece yarısına
kadar kapatmamak gerekiyor, çünkü karşımızdakiler kapatmıyor.
Bizim ortak, “Müşteri kaybederiz, adam gece onda gelirse, kapalı bulursa karşıya
gider!” filan diyor.
Günü ikiye bölüyoruz.
Yarısı kebapçı arkadaş, yarısı
ben.
Şişe saplanmış kebapları köze
atıyorum, böyle bir durum!
Bu arada, bambaşka problemler
çıkıyor.
Lahmacun ustaları durmuyor, çoğu
öyle yaparmış, üç beş hafta çalışıp gidermiş.
Onun için en az bir haftalık
“yevmiye”lerini içeride tutmak lâzımmış ki, paralarını almadan gidemesinler!..
Bu bana doğru gelmedi ama kural
böyleymiş.
(İşçiler de haklıdır kendilerince
herhalde.)
Böyle işte, işçi çalıştırmak zor,
dışarıyla uğraşmak zor.
O vakitler ikide bir “zabıtalar”
geliyordu, denetim için.
Birçok yere ödeme yapıyorduk, yok
odaya, yok belediyeye, yok şuraya, yok buraya…
Malzeme fiyatları sürekli olarak
artıyordu.
Bunları yemek fiyatlarına azıcık
yansıttığımızda müşteri tepki gösteriyordu.
Kaliteden ödün vermeden fiyatı
sabit tutmamızı istiyordu müşteri.
Karşı taraftaki lokanta ve diğerleri
yemeğe zam yapmıyordu.
Biz çaresiz, fiyatları
sabitliyor, masrafları kısmaya çalışıyorduk.
Bulaşık yıkama işini de ben
almıştım üstüme!..
Müşteriler geliyor gidiyor,
kasaya paralar giriyordu ama günün sonunda, ona ver, buna ver…
Elimizde bir şey kalmıyordu.
Bir ara…
Bizim ortak “İşyerlerine tabldot verelim.” dedi.
Birkaç atölye dolaştı.
Teklif edilen fiyatlar çok çok
azdı.
Ya çok düşük kaliteli, hatta
önceden kalmış yemekleri vereceksin işçiler yesin diye, ya da bu işi
yapmayacaksın!..
İçimize sinmedi.
Yapamadık.
Birkaç küçük yerle anlaştık makul
fiyatlı.
Onlarla idare etmeye çalıştık.
Bu arada zabıtalar sıkıştırıyor
filan…
Ödemeler geliyor.
Üretim maliyetleri gittikçe
artıyor, zamların ardı arkası kesilmiyor.
Biz iki kuruş “zam” yaptığımızda
yemeğe, müşteri kaçıyor!
Sonunda bir karar verdim:
“Dükkânı
devredeceğiz!”
Biri geldi, işi lokantacılıkmış.
“Böyle
kebap, köfte, döner değil de… Musakka, menemen, çorba takılacağım.” dedi.
Düşük maliyet, ucuz yemek.
Dükkânı aldığımız fiyatın biraz
altındaki bedelle devrettik.
Borçlarımızı ödedik.
Ben o işten kurtuldum!..
*
Böyle küçük, kısa süreli bir
esnaflık tecrübesi işte.
Topu topu iki ay mı ne!
Ben, o günlere kadar, ikide bir “küçük esnafı” suçlardım.
Televizyonlarda hep “Sahtekâr küçük esnaf!” modelleri
sergilenmişti!..
Bir “Sahtekâr İmam”, “Sahtekâr
Hacı, Hoca”…
Bir de “Sahtekâr
Küçük Esnaf!”
Malûm,
o komik filmler!
*
Bugün geriye doğru baktığımızda,
uzun yıllar boyunca uygulanan “liberal-
neo-muhafazaKÂR politikaların” küçük esnafı ne duruma getirdiğini ve
büyükleri nasıl devleştirdiğini çok daha net bir şekilde görebiliyoruz.
*
Mahalle ve sokak yoksa…
Anadolu da yok!..
Köyler boşaldığında sadece köyler
boşalmış olmuyor, koca bir kültürel miras elden çıkmış oluyor!
Dedeleri, nineleri
kaybediyorsunuz.
Küçük esnaf bittiğinde,
mahallemiz, sokağımız, komşuluğumuz da bitiyor!..
“Sıkıştığımızda” yazdırabileceğimiz bir
bakkalımız kalmıyor ve ellerimizdeki kredi kartlarıyla bankalara borçlanıyoruz!
Faize iyice bulaşıyoruz!..
Mahalledeki nalbur kapatıyor, biz
evimizin tesisatı akıttığında hemen gidip akıl sorabileceğimiz, hemen yanı
başımızdaki dostlarımızı kaybediyoruz!
Koca marketlerin “köle”leri
kasiyer kardeşlerimiz, “Allah bereket
versin” demiyor bize, ortam öyle değil.
Biz de “Bereketini gör” demiyoruz.
“Bereket” kalmıyor hayatımızda!..
*
Bu süreç ilk gençlik yıllarımda
hızlanarak devam ediyordu…
Bugüne kadar böyle geldik, küçük
esnafın batışı hızlandı.
Ve, köylerin boşalması.
Ve, yuvaların dağılması.
Ve, evliliklerin azalması.
Büyük balıkların küçük balıkları
yutması…
Bunun da “Eee, küreselleşme azizim, mecburen böyle olacak!” denilerek meşrulaştırılması…
Günün birinde de, büyük
balıkların birbirlerine düşmeleri…
Ortamı yaşanmaz hale getirmeleri!
*
Ben bakkallarımız Rahmetli Hamide
Teyze’yi, Rahmetli Tahsin Amca’yı çok özledim.
Az mı emekleri var üzerimizde.
Az mı kızdırmıştık onları yaramazlıklarımızla…
Çocukluk işte.
Mekânları cennet olsun.
Ve dahi…
Hâlâ hayatta olan küçük balıklara
selâm olsun!