Köy postası gecikince
Eskiden köy odaları vardı. Beşer fikrinin duvarlara sindiği köy odaları. Kökü inanç ve geleneklerimizde saklı köy odaları. Okuma yazma bilmeyen ümmilerin çoğu zaman saz şairi olduğu odalardı. Kıssahanlar da vardı bu köy odalarında. İnsanlara büyüleyici destanlar menkıbeler anlatırlardı. Dillerinde hep umut vardı daha fazla, daha fazla.
Köy odalarının devşirdiği insanlarda keramet vardı, rahmet vardı, muhabbet vardı. Ramazan aylarında davulcuları da olurdu köy odalarının. Sahur vakti çıkacağı sefere önce buradan hazırlanırlardı. İftardan sonra manileri önce odadakilere okur. Kelamı beğenilen maniler daha sonra mani hüviyetine kavuşurdu.
Köy odalarının en aydın kişileri imamlar ve öğretmenlerdi. Bazen öğretmenin bazen de imamın kaldığı hatta yattığı yer olurdu köy odaları. Bu köy odalarının elbette banileri de olurdu. Bir ağanın ya da muhtarın etrafında şekillenirdi köy odaları. Çayı, kahvesi eksilmeyen ağaların-muhtarların köy odalarında sözü de para ederdi. Her ne kadar köy odasında bazı altın kurallar olsa da altını olanın da kuralı geçerliydi. Zaten köy de ağanındı, oda da.
İşte böyle bir zamanda bizi köye götürecek köy postaları olurdu. Önce Alaman Kamyonlar vardı. Sonra dolmuşlar. Neden sonra anladım dolmuşların neden dolmuş olduğunu. Galiba dolmuşlar şehir içinde kullanırdı. Neyse bizimkiler ona da dolmuş diyordu. İçi çeşit çeşit insanla dolmuştu. Tavukların, horozların da yer aldığı oluyordu. Ama tavuklar horozlar daha çok köyden şehre giderken olurdu. Şehirden köye gelirken bu sefer başka başka şeyler… Şehir ekmeği somunlar, kumaşlar, elbiseler, oyuncaklar bir de Ömer Seyfettin’in Meşhur Efruz Bey hikâyesindeki kahramanlarla karşılardık köy postalarında. Kendilerine nereye babalık sorduğumuzda. Falanca köye gidiyorum cevabı ya sizin köye ya da komşu köye çıkardı. Onlara çoğu zaman yardımcı olmuştuk. Tabii, bütün bunları söylerken o zamanlar köylerimiz daha mahalle olmamıştı.
Bir gün Samsat Kapı’da Alaman Kamyonu olan köy postamıza binmiştik. Muhabbet koyulaşırdı köy postasında. Abdullah Papur, kaptanın en sevdiği şarkıcıydı. Hepimiz de sevmek zorunda kalmıştık. Yine o zaman köy postamıza bir yabancı binmişti.Yani babalık diye hitap ettiğimiz yabancı. Ona yardımcı olmaya çalışmıştık. Ara sıra kaptanda söze karışır yok öyle değil böyle, babalık benim misafirim siz karışmayın diye. Artık babalık köye gidene kadar paylaşılmayan bir kahraman olurdu.
Köy Postası son köye vardığında köye gelen misafir yani babalığın kime gideceği önemli değildi. Herkesin misafiriydi. Köyün ağasından muhtarına, ihtiyar heyetinden köyün delikanlısına kadar herkes onu ağırlardı. Babalık da bu köyde Efruz beyin arayıp da bulamadığı asil insanları devşirmeye çalışırdı.
Bunu nerden biliyordum. Kendisi anlatmıştı köy postasında yolculuk yaparken. Zaten eski köy enstitüsü mezunlarından olan bu babalık köye yeni bir nizam ve intizam getirmek iddiasıyla yola koyulmuş. Köle olarak yaşayan köylüyü kurtarmak onlara kalmıştır. Hâlbuki en büyük haksızlığı kendilerine yapıyorlardı. Köyde bıraktıkları öğretmen en az 20 yıl köyde kalmalıydı. Öğretmenlere fırsat ve imkân eşitliği tanımamışlardı… Böyle düşünceler kalmıştı aklımda onlar hakkında.
Köyümüze hoş geldin yaptık bu misafire. Köy odasında kaldı. Ağanın kahvesini içti, cigarasını yaktı. Birkaç gün kaldı. Sonra gitti. O zamanlar köylü, köy postası hatta köy odası böyle hatıralarla aklımda kalmıştı. Bir de babalık ve köy enstitüsü.
Babalık gittikten sonra yine bir gün şehre gidildi köy postasıyla. Köylüler, şehirde birlikte aynı dükkândan alışveriş ettiler. Ve akşam birlikte döneceklerdi. Köylünün sosyal çevresi pek fazla yoktu o zamanlar. İşlerini erken bitirmişler. Fakat postacı köye akşam dönmek zorunda. Çünkü diğer köylüler de aynı postayla gelmiş ve onların daha işi bitmemişti. Bu sefer ne yapacak ne edecekler diye düşünedurmuşlar. Aralarında akl-ı evvel biri çıkmış. Demiş ki arkadaşlar müftü efendiyi ziyarete gidelim. Bir çayını içelim. Bir de bizim imam da doğru dürüst namaz kıldırmıyor onu şikâyet edelim...
Aklıma köy enstitüsü mezunu babalık geldi.