Köy İnsanı Bulunur!
Allah (cc) insandan, müşâhede ettikleri üzerinde tefekkür etmesini ve tabiata işlediği esma ve sıfatların tecellisini aramasını istemektedir. Kuran-ı Kerim de birçok yerde “Düşünmez misiniz?” şeklinde buyrulan ayetler, eşyanın ardındaki hakikati bulmak için harekete geçiren sorulardır. Soruların bizi doğru bir noktaya taşıması, gökyüzü ile irtibatlı, tabiatla iç içe ve insanla tabiatı ayrılmaz şekilde birleştirecek bir hayatın imar edilmesiyle mümkündür.
Hansel ve Gretel’in ormanda yolunu kaybetmemek için yol
kenarlarına ekmek kırıntıları bıraktığını hepimiz hatırlarız. Tabela, iz, ağaç
oymak ya da bir işaret değil; ekmek kırıntıları…Bir nevi O’ndan gelenin, O’na
dönmesi... Kuşların ve börtü böceğin o kırıntıları yiyeceğini bile bile neden böyle
bir şey yapıldığı, başka bir açıdan şöyle izah edilebilir: Tabiatın reddedip
bünyesinde eritemeyeceği bir şeyin tabiata dâhil edilmesi, yolun kaybedilmesinden
daha az önemli değildir.
Kâinatı müşâhede etmek,
insan için elbette varoluşsal bir öneme sahip. Fakat hafıza-i beşerin nisyan
ile malul olduğu ve bunun çeşitli bedelleri olduğu da ortadadır. İnsanın yolunu/yönünü bulması
için bırakılan ekmek kırıntılarının yerini endüstriyel ürünlerin alması da
bu bedellerden sadece biri. Tabiat, o endüstriyel ürünlere pek iştahla bakmasa
da ve onları yüzyıllarca eritemeyeceğinin tedirginliğini yaşasa da biz tabiattan betona,
betondan tabiata gidebilmenin kalıcı, konforlu ve güvenli bir yolunu bulduğumuzu
sanıyoruz. Trafiğin hep tabiattan kaçış yönünde olmasına sitem etsek de ardımızda
bıraktığımız kalbi kırık tabiatı umursamıyoruz. Hadis-i Şerif’te dile
getirilen; “Beni kalbi kırıkların yanında ara!” buyruğunu unutuyoruz.
İnsanın yalnızca kendini önemsediği ve hariçtekileri
tahakküm altına alma amacı güden anlayış, ardında bıraktığı kalbi kırık tabiatla
birlikte hayreti de yok ediyor. İnsanlar kendi yaralarını saramazken, pansuman
için milyonlarca psikoloğa, sosyoloğa, kişisel gelişim uzmanına ihtiyaç
duyarken ve teknoloji bu yaralara tuz basarken; tabiat hala kendi yaralarını sarabiliyor. Fakat
buna rağmen insan elinin icat ettiği hemen her şey, tabiattan daha önemli, daha
mucizevi ve daha öncelikli bir konuma yükseliyor. Tabiat bütün bunları “Her dem
yeni doğarız/Bizden kim usanası” sözleri eşliğinde ve hayretle izliyor.
Kentleşme, insanı
tabiattan koparan hoyratlığıyla, insanı tüketmek için üretenlerin elindeki en
iyi reklam malzemesi haline geliyor. Mimarinin türlü türlü akımları, cennet
tasvirlerinden beslenip, dünya da cenneti yaşatmaya çabalarken; gerçek cennete
götürecek yolun kenarlarına bırakılan ekmek kırıntıları, yol bulmak isteyenlere
değil açgözlülere azık oluyor. Böylece insan, yolunu da yönünü de şaşırabiliyor.
Yardımlaşmanın,
eldekiyle yetinmenin, israf etmemenin, her dem yeniden dirilmenin, merhametin
ve müşâhedenin en güzel örneklerini barındıran tabiatı okuyamamak, insana ‘değerlerini
kaybetmek’ gibi ağır bir bedel de ödetiyor. Öyle ki Ahsen-i Takvim olarak
yaratılan insan, kendi kayıp ilanını yayınlatacak bir mecra dahi bulamıyor.
Yiyeceği ürünlerde
‘saf’ ‘köy ürünü’ ‘organik’ vb. nitelemelerle doğal olanı arayan insan, ruhunu besleyeceği
gıdalar da aynı hassasiyeti taşımıyor. Neyse ki eşrefi mahlûkat olarak, tabiattaki
esma ve sıfatların tecellisini bilecek, müşâhede edebilecek bir ruhu hala
içimizde taşıyoruz. Fakat bedenimize gösterdiğimiz hassasiyetimizi, ruhumuza da
göstermezsek yakın zamanda hane kapılarında ve reklamlarda “köy insanı bulunur” ifadesini görebiliriz.