Kovit 19-Bir Salgın Filmi
Dünya devasa bir korku filminin sahnesine dönüştü. Senaryosu 1984’te başlayan, 2019 Aralık ayında çekilmeye ve ez zamanlı olarak yayına konan, 2020 boyunca gişe rekorlarını altüst edip şehir, metropol ve bütün sinemaları kapattırıp kendisi dışındaki filmlere duman attıran bu filmde rol almayan da bu filmi izlemeyen de kalmayacak. Öyle ya rol aldığın filmi, kameranın karşısına geçip izlemekten daha keyifli ne olabilir? Velev ki sonunda adam ölüyor… Velev ki film hiç bitmeyecek… Velev ki film, insanlar yorulup uykuya daldıklarında bile rüyalarında, öldükten sonra da öteki dünyalarında çekilmeye devam edecek…
Filmin adı: Kovit 19-Bir Salgın Filmi. Finansörlük ve sponsorluğunu Bill Gates ve Rockefeller vakfının üstlendiği bu film büyük şirketlerin bir ortak yapımı ve çekimleri Dünya Sağlık Örgütü tarafından yapılıyor. Yeni tekniklerin kullanıldığı, öncesinde şahit olunmayan yeni olay örgülerinin dizayn edildiği bu korku filminin seyircileri de oyuncuları da aynı. Her insanın bir rolü var bu filmde, iyiler, kötüler, savaşçılar, korkaklar, hastalananlar, ölenler, kalanlar, kaçanlar… Temel tema hastalık, temel duygu korku. Rol aldığın filmin seyircisi olmanın keyfini yaşıyor bütün insanlık. Tam dijital çağa uygun bir kurgu: Hastalanınca gerçekten hastalanmış, ölünce gerçekten ölmüş oluyorsun. Geriye sarma yok, “film bitti, çıkışlar sağdan baylar bayanlar” yok. Film sonrası şöyle ufak bir yürüyüş yapalım, dondurma yiyip çekirdek çitleyelim, eve öyle dönelimler yok. Öylesine gerçekçi, öylesine inandırıcı, öylesine içten, içeriden bir film ki eve gidişiniz de içeriğe dahil, yedikleriniz, içtikleriniz, seyrettikleriniz ve diğer her şey… Filmde ayrıntılar özenle işleniyor, sabah kalktığınızda yüzünüzü nasıl yıkayacağınızdan geceleyin uykuya dalarken hangi pozisyonda uyumanız gerektiğine kadar her şey mevcut, hepsinin bir doktoru var.
Biraz ışıklandırması eksik bu filmin. Bir zamanların, dünyayı olduğundan daha güzel ve fiyakalı gösteren, insanı kendine hayran bırakan manzaraları yok bu camın gerisinde. İnsanlar da şehirler de olaylar da soluk, ışıksız, hasta görünümlü. Zaten konusu bir hastalık, zaten amacı dünyanın bütününü hastaneye çevirmek, zaten kurgu hastalıktan kaçışa ama asla kurtuluşa erememe izleğine dayanıyor. Film bittiğinde senaryonun gereği yapılsa da yapılmasa da herkes ölecek, sadece mikroplar ve robotlar kalacak. Hastalıktan yakayı kurtaranlar da korkudan ölecek. Dedik ya korku filmi bu. Korkunun envaı çeşidi var. Korkunun bütün türleri, kategorileri, süreçleri, eşikleri alabildiğine yoğun dozlarda, alabildiğine kısa yoldan derinin içine giriyor, akciğerden başlayarak bütün organlara yayılıyor, yumurtluyor ve burundan dışarı çıkıp hem düşünüş hem de hissediş olarak, dolayısıyla bir yaşam biçimine dönüşerek kendine yer buluyor. İnsanlığın başından beri hiçbir zaman korku bu kadar geriye kalan bütün duyguların üstüne çıkmamış, aşkı bile susturacak, umudu yerle bir edecek, sevginin omurgasını çökertecek bir güç elde etmemişti. Öyle ki filmin üstesinden gelmeye çalıştığı en önemli izleklerden biri de korkuyu ölümün ötesine taşımak, Nazım’ım dediği gibi, ölümden öte köye dönüştürmek. Ölmeseniz bile korkun, ölümün tek çeşidi olsun ölüm korkusu…
Film o kadar inandırıcı, sahneler öylesine içeriden kavrayıcı ki en ateistinden en dindarına herkes hayatı fetişleştiriyor. Sanki Kovit-19-Bir Salgın Filmi çekime başlamadan önce ölüm yokmuş. Sanki film başladıktan sonra hayat kendini kaçışa ayarlamış, sanki kaçılınca ölüm peşimizi bırakacakmışçasına bir inandırıcılıkla insanlar her şeyden kaçıyor. Değerlerinden, inançlarından, ahlaklarından, güncel yaşamlarından, modalarından, zevklerinden, giyim kuşam alışkanlıklarından, hatta yüzlerinden bile kaçıyor. Maskeyi çıkarmadan aynalar bile yüzümüzü tanımıyor ve çıkarınca suçlu oluyoruz ama. Hayat, güzellik ile suçluluk arasındaki sarkaca sıkıştı. Öncesinde sayısız türevi bulunan ölüm, Kovit 19-Bir Salgın Filmi’nden sonra artık sadece virüsle bulaşıyor, diğer bütün ölümlerin sorumlusu da bizatihi virüsün kendisi oluyor. Üstelik yüzlerine maske takanlar, evlerine tıkılıp dışarı çıkmayı hapishaneden kaçmış gibi suçluluk emaresi addedenler, tokalaşmayı, öksürmeyi, aksırmayı bastıranlar, rüyalarında bile ellerini sabunlayanlar hiç ölmeyecek. O yüzdendir ki herkes kendi ağzına tükürüyor, kendi burnuna aksırıyor, kendi dudaklarına hapsediyor nefesini. Böylece ölüm kuyruğunu kısıp gerisingeri uzaklaşıyor. Devletler bile film gereği sohbet baskınları yapıyor, arabasının içinde, tek başına yolculuk yaparken bile maskesiz adamlara ceza veriyor, yan yana gelip maskesiz sohbet edenlere cezalar yağdırıyor. Maskesiz, olduğu gibi görünen her insan mutlaka bir ceza alıyor, haddi bildirilerek maskeye özendiriliyor. Maske hiçbir zaman bu kadar değerli, kişilik hiçbir zaman bu kadar buharlı, kendisi gibi görünmemek, kendisini maskesinin gerisine gizlemek hiçbir zaman bu kadar yasal olmamıştı. Maskenin gerisine düşen yüzler güneşle aralarına mesafe koyulmadan kaynaklı olarak soluklaşırken, evlerine kapatılan ruhlar doğayla, zihinler gelenekle olan mesafesini özenle büyütüyor, araya sayısız “evdekal” betonları dökülüyor. Kendi rızasıyla mahkumiyetlerin kararı bu film, kendi ayaklarıyla hapishaneye yürümelerin…
Şimdi artık başka bir dünyada yaşıyoruz. Bilindik, tanıdık, dost bir dünya değil bu. Küresel şirketler, ellerinde gezici kameraları şehir şehir, kasaba kasaba dolaşıyor, kadraja giren bütün insanların genetik dokusunu filme alıyor, bedenleri ile ruhlarının dayanıklılığını test ediyor. Şirketlerin finanse ettiği, çok az sayıda insanın başrole soyunduğu geri kalan herkesin figüran rolü üstlendiği en uzun metrajlı, en kapsamlı film bu. Üstelik sahnesi bütün dünya olduğu için her şey olup bittiğinde geleneksel filmlerde olduğu gibi evlerimize de dönemeyeceğiz. Dahası da var. Kameralar her yere yerleştirildiği için bir zamanların biri bizi gözetliyor dizileri benzeri bu film hiçbir zaman bitmeyecek. Bu filmde çıkış yok.