Dolar (USD)
35.22
Euro (EUR)
36.86
Gram Altın
2979.79
BIST 100
9725.73
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
12 Şubat 2020

Kötüye Giden Dünya

İçinden geçtiğimiz süreç, gözü açık görülen kötü bir rüyaya benziyor. Uyku ve bilincin derinliklerinde bile olsa uyanma içgüdüsü belki korkulu rüyayı telafi ediyor da gözü açık görülen rüyayı telafi edecek hiçbir mekanizma yok. Bir korku filmini andırıyor bütün bu yaşadıklarımız. İnsan türüne yönelik umudumuz her geçen gün biraz daha azalıyor. Silahlar ilaçlardan daha çok üretiliyor. Ölümler doğumların önüne geçmiş. Tahribat o kadar geniş, tahrip etme süreci öylesine hızlı ki tamirata zaman kalmıyor. Hem dünya hem beden hem de ruhumuz büyük bir tehdit altında. Ateşi hiç düşmeyen ve kanındaki virüsle mücadele ederken yorgun düşen beden gibi Ortadoğu’da ateş hiç düşmüyor. Asya belki de yaptıklarının bir karşılığı olarak Çin üzerinden tanımsız, önlem alınamayan bir virüsle uğraşıyor. Hastaların sayısı resmi verilere göre elli binlere, ölenlerin sayısı binlere ulaştı. Afrika sefaletle uğraşıyor. Amerika doğal felaketlerin pençesi altında. Avrupa ruhen rahatsız. Gençlik ve olgunluğunu geride bırakmışçasına ve eklemleri kireçlendiği için hareket kabiliyetini yitirmişçesine dünyamız bulunduğu yere çöküyor. Binlerce yıldır ruhunu saran hastalıkların pençesinde kanını zehirleyen hırsla büyük bir uçuruma doğru sürükleniyor insanlık.

Dünya her geçen gün biraz daha kötüye gidiyor. Başlangıçtan beri hiçbir savaş aleti geriye götürülmediği gibi hiçbir barış yöntemi de ileriye taşınamadı. İnsanlık sanki içindeki vahşeti büyüterek bugünlere gelmiş ve vahşet büyüdükçe onu dizginleyecek mekanizmalar geri çekilmiş. Varılan noktada doğanın eseri olan “felaketlerden” çok daha vahimi insan aklından çıkmış, insan eliyle üretilen araçlardan yükseliyor. Kıyametin yukarıdan geleceği beklenirken sanki kopuş düğmesine aşağıdan basılacakmış gibi görünüyor. Bütün bu kitlesel hastalıkların, sellerin, tsunamilerin, yangıların, depremlerin elbette doğrudan yukarıyla, kaderle ilgisi var ama kul elinin içinde yer almadığı bir felaketi düşünmek de neredeyse imkansız. Kaderin biraz da insanın kendi çabasına bağlı oluşu gibi felaketin büyük kısmının da insanın kendi ürettiklerinden geldiğini artık ispata bile gerek yok. İnsan aklı, dünyayı güzelleştirmeye çaba göstermesi gerekirken atmosferden, dünyanın o en harika cilt dokusundan başlayarak yerin merkezine, magma tabakasına kadar el değmedik, bakir hiçbir şey bırakmadı; bütün uzuvlarına dokundu, tırnaklarıyla parçaladı, oydu, delik deşik ederek doğaya uygun doğallıktan hiçbir eser bırakmadı. Dünyanın içi de insanın içi kadar yaralı şu an. Sanki uzun süredir insanın iliklerine yerleşmiş cerahat bir anda patlayarak dışarı fışkırmış ve bütün dokularının üzerine kan bulaştırmış. Şimdi artık nereye baksak ya kan veya kan kokusu, çiçek yahut bahar kokusundan uzak…

Önceden de kavga ederdik. Başlar, biterdi. Önceden de savaşlar olurdu; belli bir yerde, dar bir alanda gerçekleşirdi bu savaşlar ve sadece orayı etkiler, oraya zarar verirdi. Zararlar da husumetler de kötülükler de zaman ve mekan bakımından sınırlıydı, ölçeği düşüktü ve doğanın oraya yetişip tamiri kolaydı. Şimdiyse insan egosu gibi ruhunun ateşi de kabardı, dünyanın her tarafına yayıldı. Başlayan hiçbir kavga bitmiyor. Kötülükler klonlanmış, iyilikler bulunduğu yere hapsedilmişçesine kısa süren savaşlar bile muhtemel barışları yüzlerce yıl öteye fırlatıyor. Küçük bir alana bırakılan bir bomba yahut atmosfere salınan bir virüs maharetiyle boşluğa nüfuz eden kötülük daha doğar doğmaz burundan içeri girip karakterin değişmezine dönüşüyor adeta. Oksijen yerine kötülük soluyoruz ha bire. Klasik dönemin bin yılda yaşadığı veba benzeri kitlesel felaketler, şimdi neredeyse birkaç yılda bir yaşanıyor ve doğanın ürettiği virüs durmayı bilirken şimdiki felaketler fren tanımıyor.

Sadece doğayı ve insan bedenini zayıflatan, yok eden vahşet araçları üretilmiyor, ruhu ve zihni körelten araçlar da üretiliyor ve bir bütün olarak insanın sonunu getirecek asıl üretimler de bunlar gibi görünüyor. Eskiden, büyüsünü yitirmeden önce büyük bir felaket geldiğinde sığınacak bir limanı vardı ruhun: Ne zaman üstesinden gelemediği bir felaketle karşılaşsa yönünü Yaratıcısına döner, ondan medet umar, ona yalvarır ve bir şekilde teskin olurdu insan. Zaman hızlandırılıp mekan kırılıp parçalanınca Tanrı duygusu da eskisi kadar güçlü değil artık bedende. Duvarlar kalınlaşınca ışık daha zor giriyor içeri. Ve onun, o ışığın davet ettiği ahlak, etik, estetik, erdem, sabır, merhamet, iyilik, cömertlik, diğergamlık köşesine çekilmiş, boynunu bükmüş, sırasının gelmesini bekliyor umutsuzca… İyilikleri, güzellikleri buharlaştıran yersel bir devinme var çağın ruhunda. Dünyanın kötüye gitmesinde biraz da içine doğulan zamanın zehirli atıkları yok mu? Ölümü çağırıcı, ölüme davet edici teknoloji hep sağaltıcı ve ölümden uzaklaştırıcı yöntemlerin bir adım ötesinde ilerliyor. Uçmaya değil düşmeye ayarlanmış bir medeniyet, içinden geçtiğimiz. Işık kaybına, bayıltmaya, önce öldürüp sonra diriltmeye ayarlanmış bütün göstergeleri. Ve ışık kaybolunca eskisi gibi parlamıyor ve bayılanın ayılmaya garantisi yok ve elbette ölenin yeniden dirilmeye, en azından bu çağda, burada bu şekilde…

Güneşin doğuşunu görmek için Batı’ya yönelmiş, göğü görmek için yere eğilmiş bir insanın tek çaresi bir aynadır kuşkusuz, yürek gibi sırlı bir ayna elbette. Ki o da paslanmışsa yapacak ne kalıyor geriye, oturup beklemek dışında?.. Ters yöne gitmekten durmak daha mı iyi ne?.. Ters yöne bakmaktan, gözlerini çevirmek kendi içine?..