KÖTÜLÜK İÇİNİZDE
Bir kişinin insaf ve vicdanının ölmediğini nereden anlarız? Kendisine yapıldığında hoşlanmadığı bir hareketi başkasına yapmadığı zaman. Şoförken de yaya iken de ben haklıyım demediği zaman. Fırsatçılığı hayatın biricik yöntemi haline getirmediği zaman. Sürekli başkasından bir şey koparmak üzere değil, öncelikle kendisine yönelik kritikler yapabildiği zaman. Bunlara başka cümleler de eklememiz mümkün.
Türkiye'de son dört beş aydır yoğun siyasal kamplaşmalar, kavgalar yaşıyoruz. Hiç şüphesiz daha öncesinde de bu tür kavgaları bir başka biçimde Türkiye yaşadı hep. Açıkçası bunları sürekli kayıkçı kavgası olarak adlandırmak, ne bu kavgaların önüne geçebiliyor ne de vakıaların bütününü anlamlandırabilmeye yetiyor. Bu yaşanan gerilim ve kavgaları, bir tezahür kabul edeceksek, o zaman bunların kaynaklandığı sebepleri nerede aramalıyız? Bazıları bunu yine siyaset ve toplumun başka tezahürlerinde (üst yapısında) aramaya devam ediyorlar.
Son birkaç aydır yaşadığımız gerilimde, ortaya çıkan manzara tüm yaşadığımız kötülüklerin kaynağını birkaç odağa indirgemekten ibaret kaldı. Belki bu sayılan odakların bir kötülük ürettiklerinden bahsedebiliriz ancak bu kötülüklerin nasıl bir zihin dünyasının içinde üretildiği, bu zihniyet dünyasına nelerin hayatiyet kazandırdığı gibi temel bir soru üzerinde odaklanıyor muyuz? Öyle ki, tüm yaşadığımız bu serüvende, olumsuzladığımız davranış biçimlerinin ve üretilen kötülüklerin bu toplumun kültürel kodlarıyla (hayatı yaşayış ve algılayış biçimleri) ile ilintisini niçin kurmuyoruz? En nihayetinde yukarıda tezahür eden görüntülerin, aşağıda bir takım karşılıkları yok mu? Yani, toplumda da bir bakış ve perspektif bozukluğundan bahsedemez miyiz?
Geçmişten bu yana halk-iktidar ilişkilerinin sürekli bir algülüm vergülüm ilişkisi üzerine kurulduğu bir mekanizmada, ilksellikten bahsetmek ve giderek ilkeselliğin hayata hakim kılınacağını beklemek herhalde bir hayalden ibaret olsa gerek. İşgal ettiği devlet arazisine konduyu kondurduktan sonra, ilk yerel-genel seçimde "af" beklemek, vergilerini ödemeyenleri sürekli affa uğratmak, kamuya ait yerlerin kapanın elinde kalması, fiili işgaliyeler bu ülkede ilkeselliğin cenaze namazının kılınmasının bazı tezahürleri. Sonra da "kul hakkı"ndan falan bahsedilir. Tam bir komedi.
İktidarın, olumsuzlukları affa süreklilik kazandırması, ilkesel davranan insanlar için de bu hayatı bir işkenceye dönüştürüyor. Çünkü de facto durumlar, ilkeselliğin önüne geçtiğinden, fiili olarak nasıl yaşanacağını da hayatın içinde öğreniyorsunuz.
Bu bağlamda Türkiye'de eğitim sisteminin de aslında çok ciddi bir sorunu var. O da ilkeli insan yetiştirme problemi. Okulda çocuklara verilen ezberci eğitim, günlük hayatı ve insan davranışlarının nasıl düzenleneceği ile ilgili kitabi bilgiler veriyor. Ancak bu bilgilerin hayatınızda hiçbir karşılığı yok. Okulda öğretmen yerlere çöp atılmaması gerektiğini söylüyor ve çocuklara bunu ezberlettiriyor. Çocuk bu bilgiyi öğrendikten sonraki ilk fırsatta sokakta tam tersi fiillerin işlerlik ve yaygınlık kazandığını görünce belki uyarılarda bulunuyor ve sert cevaplarla karşılaşıyor. Sonra da yaşamak için fiili duruma uyum sağlayarak, olumsuzluklardan giderek rahatsız olmamaya başlıyor.
Bunun nesillerin gelecek hayatında sonuna kadar bir pragmatizmi beslediğini ve bir pragmatizmden beslendiğini görünce artık şaşırmamak lazımdır. Fakat işin enteresan tarafı; bu pragmatizmin hayatın birçok alanında kişiye geri olumsuz dönüşleri vardır. Onları da toplum olarak yaşamaya devam ediyoruz. Dolayısıyla ancak kazıklanınca bunlardan şikayet ediyoruz.
Sonra da Müslüman bir toplumda güven probleminden bahsediyoruz. Ne kadar trajikomik değil mi?