Koronadan sonra edebiyat (2)
Klasik edebiyat, dünya karşısında bir büyülenme idi. Belki de bu sebepten insanlar yüzyıllar boyu Tanrı’nın muhteşem eserine baktı durdu. Onun şiirini yazdı, şarkısını söyledi. Kendini de doğanın bir parçası addettiği için cümleyi insanın devamı, insanı ise cümlenin aynası olarak gördü. Klasik metinlerdeki samimiyet, söze verilen değer ve söz karşısındaki teslimiyet tam da bu birlikten, kendini bütünün parçası addedişten kaynaklanır. Modern edebiyat ise o büyüden çıkıp bir “bilgilenme” ve “etkilenme” biçimi olarak ortaya çıkar. Büyülenme, etkilenmeye dönüşünce etkileme kendiliğinden stratejiye dönüşür. Büyülendiği evren karşısında, ona ait neredeyse bütün nesneleri, durumları, olayları incitmeden, parmaklarının ucuyla dokunarak seven iç dünyalardan o nesneleri kayıt altına alan, parmakları arasında gezdirmek yerine elinde dolaştıran, sıkan, sıkıştıran, ezmekten imtina etmeyen, kendi uhdesine alan, kavrayan; durumları en ayrıntısına kadar betimleyip soyutu bile somutun zeminine çeken, böylece cümleye hakim görünmezlikleri yok ederek yazıyı resme yaklaştıran; olayları ise “kendisinden bir ders ve hisse çıkarılacak ötekilerin hayatları” olmaktan çıkararak aklın öncülüğünde belli bir sıraya göre dizen, velhasıl sanatı artık bir huşu nesnesi olmaktan çıkarıp “tecrübi” bir meleke olarak kavrayan yeni bir insan ile karşılaşılır.
Modernleşmeyle birlikte bilgi edebiyatın ve edebi eserin içine daha yoğun biçimde nüfuz eder ve edebiyat yeni ufuklar keşfetmenin, yeni maceralara katılarak bilinmedik mecralara dökülmenin bir ifadesi olmaktan çıkar; “mahremiyeti” inceltmenin, onu ortadan kaldırmaya yönelik stratejinin seyreltilmiş bir yöntemine dönüşür. Aslında bu, doğası gereği zihninin karşılaştığı, yüreğinin gittiği yer yeri kontrol ederek kendine mal etmenin, bir şeklide ilişki kurduğu her şeyi, herkesi kendine hizmet ettirmenin hesaplarını yapan modernleşme zihniyetinin yeni bir sanatın yedeğine aldığı yeni bir edebiyat anlayışı olarak da düşünülebilir. Söz, gökten yere düşmüş, parçalanmış, incinmiştir. Artık modern insana kalan bu parçalanmışlıktan kendine yeni bir bütün oluşturmaktır. İşte tarihin tam da bu dönüm noktasında içinde ayartının, günahın, gelenekten kopuşa dair sayısız anekdotun yer aldığı ve kolektif şuur karşısında bireyin, gelenek karşısında şimdinin, doğa karşısında ise insanın mutlak özgürlüğüne çağrı yapan yeni bir tür ortaya çıkar: Roman. Bu tür, yukarıdan bakan cümleyi aşağıya çeker, onunla aynı hizadan konuşur. Roman, sahip olduğu içerik, kendisine hakim olan dil, üslup, anlatım özellikleri bakımından modernleşmenin dünya görüşünü sanat formatında geniş kitlelere yayma potansiyeli taşıyan ve ona aynı hizadan bakan neredeyse tek edebiyat türüdür. Modernleşme paradigmasının kendini bütün dünyaya ulaştıracak estetik bir nesne arayışında roman türünden daha kullanılışlı hiçbir tür yoktur ve olmamıştır. Ne şiir ne tiyatro ne hikaye ve ne de deneme modernleşmenin İncil yerine koyabileceği dünyevi bir kutsal metin işlevi görmüştür. Bu yönüyle bakıldığında modernleşme düşüncesinin edebiyat ayağında öncü misyonu roman üstlenmiş, en büyük misyonerliği de yine o yapmıştır. Roman, modern insanın estetik sözcüsüdür. Bireyin bilinç kalelerini sonuna kadar açar, içinde dolaşır, rastladığı her yere kendi fısıltısını bırakır. Roman olmaksızın modernleşme projesinin derinin gözeneklerinden içeri girerek kendini meşrulaştırması mümkün değildir. Öyle ki Avrupa dışı coğrafyalara Avrupa’nın yeni keşifleri, zevkleri, modaları, dünya görüşleri, zihniyetleri hep roman türü üzerinden, üstelik hiçbir yerde dirençle karşılanmaksızın, aktarılmıştır. Eğer modernleşme bir eskiden yeniye geçişse bunu büyük ölçüde roman gerçekleştirmiştir. Doğası gereği hayatın bütün çeperlerine dokunan, rastladığı her iç dünyayı daha başlangıçta ele geçirip savunmasız bırakan bu tür, keşfedilmemiş olsa Batı dünyası yaşam tarzının yedeğine aldığı sayısız zihniyet tortusunu öteki coğrafyalara taşıyamayacak, dünya tarihi bambaşka bir mecrada akacak idi. Hatta belki Batı’nın kendisi bile içsel evrimini tamamlayamadan yeniden geleneğin kucağına yönelecekti. Çünkü masaldan romana geçiş doğa karşısında büyülenmiş insanın “büyü bozumuyla” hayata epistem üzerinden bakmasının ve iç dünyaları dolaşıma sunarak yeni bir dünya kurma yolunda kitlesel bir “ayartının” hikayesidir biraz. Çünkü klasikten moderne geçiş sanatın şekil verdiği bilgiden bilginin şekil verdiği sanata sert bir yöneliştir biraz da. Bütün ilişkilerde böyledir. Büyü bozulduğu an ilişki kendiliğinden mekanik bir zemine düşer, parçalanan duyguların yerini akıl yamamaya çalışır ve çoğu zaman da ortaya çıkan, sayısız yamanın birbirine eklendiği ucubeden farksız yeni bütünlükler elde edilir.
Bilim ile sanatın didişmesinde modern süreç, bilimi galip ilan etmiştir ve bilgiden, gerçek bilgiden yalıtılmış, boş inançla doldurulmuş olsa bile kendini bilim kisvesiyle sunan her türden yaklaşım, teori, paradigma kendini sanatın ve edebiyatın üstünde görmektedir bu süreçte. Bilimin sınırları öylesine genişletilmiş, gücü o kadar abartılmıştık ki edebiyat aşağılık kompleksine girerek kendini oraya girme, ona ait olmak zorunda hissetmiş, edebiyatın da bilimi olacağı, edebi metinlerin de bilimsel bir gözle değerlendirilebileceği meselesinde edebiyat kendini yırtıp durmuştur 19. yüzyıl boyunca. Edebiyatın araçsallaştırılarak dolaşıma giren bir metadan öteki anlam ifade etmemesi biraz da bununla ilgilidir. Yazdıklarından para kazananlar para için yazmaya başlayacaktır modernleşmenin ikinci döneminde. Böylece cümleye yön veren refleks derinlerden yükselen bütünleşme arzusu değil yüzeyde gezinip duran kazanma arzusudur. Masa başındaki siyasetçiden, cephedeki komutandan çok daha önce, çok daha hızlı fetihler yaparak Batı’nın gücünü bütün dünyaya taşıyan edebiyatın hak ettiği değer yerine pazarlanan bir meta estetiğe dönüşmesi tam da Batı’nın cümle karşısındaki tavrının bir büyülenme değil bir etkileme aracı olarak tahayyülünün en somut göstergesidir.
Roman, modernleşmenin ürünüydü. Modernleşme neredeyse hayatın her alanında onu “kullandı”, ondan yararlandı ve görünen o ki dijital çağda artık ona ihtiyacı kalmadı. Doğrusu, zaten modernleşmenin kendisi de can çekişiyor ve yerini yakın zamanlarda “dijital çağ”a bırakacak. Romanın onunla başladığı yolculuk, ne yazık ki onunla bitecek gibi görünüyor. Varılan noktada modernleşme yerini hayatın her alanında adım adım nasıl postmodernizme bıraktıysa roman da önce anlatıya, sonra da dijital yazıya bırakıyor. Masal ve hikayeden romana geçişte sözün hala bir büyüsü vardı ve büyünün parçaları bir şekilde romanın sayfaları arasında görünüp kayboluyordu. İnsan bu, yazık ki aynı hizadan bakılınca hiç kimsenin ve hiçbir şeyin gerçek değeri bilinmiyor, edebiyatın da...