Koronadan sonra edebiyat (1)
Bütün zamanlarda edebiyat insana üç seviyeden bakar: Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya ve aynı hizadan. Bu aynı zamanda mer’i zihniyetin edebiyata yansıması, onu şekillendirmesi olarak da düşünülebilir ve elbette edebiyatın zihniyeti biçimlendirmesi olarak… Üstelik her bakış bakan ile bakılanın, konuşan ile dinleyenin edebi metin ile zihniyetin iç içe geçip birbirini dönüşüme uğratması anlamına gelir.
Edebiyatın insan ile kurduğu ilişkide aşağıdan yukarıya bakış, genellikle klasik dönemlerde karşımıza çıkan sözlü metinler üzerinden olmuştur. İnsan henüz cümlenin keskin kılıcıyla tanışmadığı için bu dönemde üretilen edebi metinlerin doğası, ne kadar bilgelikle mülemamma olursa olsun bir yönüyle çocukçadır ve çocukluk refleksiyle üretilmiştir. Zaten hoşluğu, saflığı ve berraklık anlamındaki safiyeti de buradan kaynaklanmaktadır. Çocuklar nesneye doğrudan temas eder, yakından bakar, yakından bakışın büyüsünden etkilenir ve o büyü yoğunlaşan seyirmelerle ruhun bütün gözeneklerini ön yargısız dolaşır, her kapı ona kendiliğinden açılır. Çocuk için dünya bir oyuncaktır, şekil verilmesi gereken bir hamur… Aşağıdan yukarıya bakan metinler de öyledir. Bir masal, bir hikaye, bir destan “hayata çocukça” bakan insanın, hayata aşağıdan yukarıya bakan insanın onun karşısındaki ürpertisinin, hayranlığının ve hatta geçirdiği şokun bütün emarelerini taşır. Bu, olabildiğince hoş bir bakıştır. Çocukların cümleleri arasına yerleştirilmiş rastgele filozofluk da o dönem edebi metinlerinin içinden çıkıp gelen bilgelik de bu yakın bakışın, bu yakından temasın, bu yakından görmenin, bu neredeyse baktığının kendisi olmanın yarattığı özel bir ayrıcalıktır. Filozof-çocukların dilinden ansızın peyda olan sıra dışı hikemi sözler ile söz konusu metinlerin çağları aşan söylemleri nasıl da birbirine benzer. Metni bu kadar, böylesine, bu derecede içten kavrayan bir iç dünyanın hediyesidir metnin öteki tarafına geçiş, onunla bütünleşme ve neredeyse bütün sınırları kaldırarak onun bir parçası olma.
Klasik metin severken de korkuturken de yüreğe dokunur ve hep insancadır. Mitolojilerdeki sıra dışı, insan varoluşunu incitme potansiyeli bulunan trajik sahnelerde bile insani bir zemin vardır ve oradaki çocuksu korkular insan özünü, onun bireysel ve kolektif hallerini tamire uğraşır. Kötülük bile orada iyiliği teşvikin bir yansıması olarak mevcuttur. Edebiyat metninin insana aşağıdan yukarıya bakışında, onu onurlandıran, olduğundan daha güçlü gösteren, olduğundan daha zengin bir iç dünyaya bezenmesini sağlayan sayısız öğe vardır. İnsanoğlu sözün gücünü o vakitlerde de, hatta belki dünyaya gözlerini açmış ilk insandan başlayarak keşfetmiştir. Ama gücü keşfetmek her zaman ondan yararlanmanın gerekçesine dönüşmüyor. Klasik dönem insanı edebiyat metninden yararlanmak yerine, kulağını ona vererek, gözlerini sonuna kadar açıp dikkatini ona yönelterek onun sesine kulak vermenin, onu dinlemenin, onunla ruh benzerliği kurmanın, bir vasatta buluşmanın arkadaş olmanın sayısız hallerini içerir. Tıpkı geride kalan çocukluğumuz ve gençliğimiz gibi o metinlerin de uzaktan gelen seslerinin hep bir senfoni olarak içimize dokunmasının sebebi de bu, dünya karşısındaki sessiz hayranlık değil midir? Bu, öylesine çıkarsız, öylesine yakından, öylesine mezcolunmuş bir ilişki biçimidir ki birinin ötekinden yararlanacağı hiç akla gelmez. Edebi metin insanı sömürmez, insan edebi metni kullanmaz. Her ikisi de birbirine karşı konumlanmış aynalar olarak birbirini seyreder, kendini ötekinde görmenin huşusunu yaşar. O dönemler için konuşursak insan da çocukluk döneminde, edebiyat eseri de… Çocuklar sadece oyun oynar ve hile asla akıllarına gelmez. Yaptıkları hileler de çocukçadır üstelik ve oyun bitince kırgınlık da biter. Yeni oyunlarda eski hesaplar karıştırılmaz, eski defterler açılmaz, açılan her sayfa yenidir, tazedir, tertemizdir. Bugün bile o metinlere baktığımızda dünyanı o bozulmamış dönemlerine ait sayısız çağrışım yoklamaz mı bizi? Tıpkı geride bıraktığımız anılar gibi o dönem metinleri de “şimdinin” mütemmim cüzü olarak vardır ve bilinç ne vakit oraya yolculuğa çıksa kulağına bozulmamışlığa dair hoş bir seda çalınır.
Çocuklar derinden sever ve ötekini alt etmeyi akıllarından bile geçirmez. Çocuklar oyuna da oyuncuya da ihanet etmez. Klasik dünya için her edebi metin kapıları açılınca içine girilen, duygusal ve zihinsel yolculuklara çıkılan, belli bir vakit geçirildikten sonra tekrar eve dönülüp kapısı kapanan büyüsel bir inşadır. Üstelik bu inşada tıpkı Tanrı’nın evreni her saniye yeniden yaratıp yeniden soldurması benzeri bir usare gizlidir. Doğanın bozulmamış ritmi vardır orada. Güneş doğar, aydınlatır, batar, karanlık yorgunlukları onarır ve tekrar… Edebi metin zihinden içeri girer, dokunduğunu yolculuğa çıkarır, eğlendirir, eleme boğar, yorar ve sonunda dönüp dolaşıp “dinleyenin başına” elmalardan birini düşürür. Hayata döndürür onu. Belki biraz da bu yüzden o metinlere “klasik” diyoruz ya? Belki de bu yüzden gerek modernleşme sonrasında gerekse dijital çağda bile hala içimizde sinsice belirip hastalığa dönüşme riski taşıyan duygu yüklerini atıp onun yerine esenlikli bir ruh haline geçmenin anahtarı da orada, o metinler de ya?..
Sanatçı için geçmiş, geçmişte kalan değildir. Geçmiş, her daim şimdiyle buluşan, ona renk katan, onun sağından solundan filiz veren bir köktür. Ne çocukluk ne de gençlik, yaşanıp bittikten sonra bir daha dönülmemek üzere sayfası kapanan hikayeler bütün değildir. Sanatçı için geçmiş hep şimdinin içine çekilir, geçmiş hep şimdinin içinde parıldayıp durur. Sanatçıya özgü sineztezya biraz da içinden geçilen/geçilmekte olan zamanın tam ortasına çocukluğun kokusunu getirip oraya, eserin içine dağıtmak değil midir biraz da ve elbette gençliğin ve elbette yaşamın her türden “gözenek kapayıcı”, köreltici etkisini azaltmanın bir yolu?.. İnsanlığın yaşlılık dönemi için hayata aşağıdan yukarıya bakan, ele aldığı her meseleyi, yakından baktığı her nesneyi onun hizasından gören, onun içine giren, onun içinden bakan/baktıran metinlerdir klasik metinler. Ve tıpkı çocukluğumuz gibi yaşlılığımızı dayanılabilir kılan ve tıpkı gençliğimiz gibi yaşamımıza ilham veren…
Çocukluğunu ve gençliğini yitiren insan da masalını yitiren yürek de “kimsesiz”dir. Geleneğe sırtını döndüğü, masallarını yitirdiği için modern insan daha baştan kimsesizdir. İster reddi miras ister haramzade olsun, kimsesizliğin kulakları daha yakından duyar acının sesini ve kimsesizlik acısıdır acıyı dünyanın bir başından öteki tarafına yayıp duran… Masallar yoksa, acı kendiliğinden kötülüğün sözcülüğüne soyunur.