Korona ve Aile
Tarih boyunca gerçekleşen salgın hastalıkların hiçbirinin Korona kadar yıkıcı olduğunu düşünmüyorum. Ölüm oranlarının daha fazla olduğu söylenebilir. Lakin hayatı ve bilhassa hayatın en çekirdek kurumu olan aileyi bu kadar aciz bıraktığı pek görülmemiştir. Bunun da ana nedeni, iletişim kanallarının çokluğu ve bilginin hızlı bir şekilde dünyanın en ücra köşesine yayılması, insanın da sistematik olarak duyarsızlaşması gelmektedir. Gittikçe bu salgına duyarsızlaşan insanın aslında oldukça korku kültürü sarmalına dûçar olduğu da gözlenmektedir. Artan fiziksel mesafe sosyal yakınlığı da azaltmakta ve bireyselleşmenin yolu daha trajik olarak ardına kadar açılmaktadır.
Koronanın en çok
yıprattığı kurumların başında ailenin geldiğini düşünüyorum. Bu salgın dönemi
başlamadan önce bütün dünyanın şikayet ettiği konu, çocukların dijital dünya
ile ve sanal gerçeklikle olan mesafe tanımaz hipnotize oluşlarıydı. Hatta nesil
tanımlamalarında dahi bu dijital dünyanın etkisi aşikar görülüyor. Çaresiz
çözüm de ailenin yeniden yapılandırılarak çocuklarla fiziksel temas ve
nitelikli zaman geçirme üzerine yoğunlaşan bir sevgi dilini sürekli
kullanmasının herkese iyi geleceğiydi.
Korona sürecine girdiğimiz
günden beri en tehlikeli durumların başında fiziksel temas ve aynı yerde fazla
zaman geçirmenin yani çocuklar ve aileler için hayati olan bu iki sevgi dilinin
derhal terk edilmesi, her platformda hatta zorunlu olarak ilmi yazılarda iddia
edildi. Devletlerin eliyle uzaktan eğitim bahanesiyle çocuklar tamamen ekranın
başına geçtiler. Sabahtan başlayan -tabirimi maruz görün lütfen- beyin
sulandırması operasyonları akşama kadar devam etti. Ailedeki yabancılaşma daha
da arttı. Dijital dünyanın ve sanal alemin evdeki hakimiyeti meşru zeminlere
oturtularak aile kurumu iğdiş edildi. Bu durum ailenin bütün bireylerinin
canını çok acıtıyor.
Hayatın doğrudan ve
nesnelere temas edilerek yaşanmasının önündeki engeller bu hastalık sürecinde
tamamen artırıldı. Sanal gerçeklik eleştirilmekten çok kutsanacak dereceye
vardırıldı. Neredeyse tek doğru olduğunu ve diğerlerinin bir nostaljik değerler
silsilesi olarak geçmişte kaldığını her ağızdan haykırmaya başladı koronaseverler.
Hatta dijital dünya ile mesafeli olanlar, kendilerini o kadar garip hissettiler
ve ediyorlar ki, artık bu yeni dünya düzeninde yerlerinin olmadığını ve artık
mütekaitler kervanına katılmaları gerektiği hissine kapılır oldular.
Kapitalist dünyanın insan
onurunu ayaklar altına aldığı bu dönemde insanın acizliği ve yetersizliği
sadece hastalığa karşı değil aynı zamanda dijital dünyanın dayattığı yeni sanal
insan tipine direnmektedir.
Dünya mütekabil
kuvvetlerin muvazenesiyle varlığını devam ettirir. Hayırla şer iyilikle kötülük,
hak ile batıl, madde ile mana, hasılı bütün bu kuvvetler ne kadar olumlu
olanların ağır bastığı şekilde cereyan ederse dünya cennete döner. Dengede
olursa, dünya kendi olur. Olumsuz olanlar ağır basarsa, dünyanın ömrü artık son
demlerindedir demektir.
İşte sanal gerçekliğin yaşandığı
bu pandemi dönemindeki çılgınlık, insanın hız ve haz ekseninde normalliğin
harikalığını unutmaya başlamasıdır. Daha doğru başlattırılmasıdır. Devletlerin
resmi kurumları bu işin başını çekmekte ve ailenin bütün fertleri ekranın
başına kilitlenmektedir. Halbuki yakın tarihimize kadar sadece ya seçim
sonuçlarını öğrenmek için ya da milli maçları izlemek için topyekûn ekranın
başına kilitlenirdik. Bu kilitlenme de senede veya bir kaç senede bir olurdu.
Hem de bir deşarj veya beynin dinginliği olarak hem de ailenin bütün fertlerini
bir arada tutarak gerçekleşirdi bu durum.
Evet, korona aileyi hiç
bir dönemde olmadığı kadar yabancılaştırdı. Korku kültürünü aşılayarak ve ölümü
hayatın önüne geçirerek.
Korona’dan kaynaklı bütün
ölümlerin acılarını yüreğimizin en derin yerinden hissediyoruz. Lakin bütün
tedbirleri alarak inadına hayatı yaşamanın daha güzel olduğunu söyleyerek
diyoruz ki;
Hayat Eve Sığ(ar/maz)
“Bir musibet bin
nasihatten yeğdir” gerçekliğini eskiler
galiba tam da bu dönemleri yaşamış veya yaşanılacağını düşünerek söylemişler.
Evi ve evdekilerini ne çok
ihmal ettiğimizi bu hastalık, süreci yaşayarak bize gösterdi. Hayatın hep
dışarıda olduğunu evin içinin o kadar da hayata müsait olmadığı yanılgısını
bize ispatladı. Ruhun bedendeki rahatının canın cesetteki istirahatinin evdeki
hayatı doğru algılamaktan geçtiğini gösterdi.
İnsanın medeniliğini
gösteren ev yani aile, hazin sona doğru yaklaşırken, bu musibetin projektörüyle
yeniden imar ve inşa edilmeye başlandı.
Ev, rahat ve istirahat
yeri gibi algılanmıştı. Denetlenemez arzular burada söner ve hayat buradan
kendine yer bulmaz olurdu.
Ev, her an dışarıya
kaçılacak ve kaçamak yapılacak bir firari mekanı karanlığın aydınlığa
hükmettiği anda da sığınılacak öksüz bir barınak gibi olmuştu.
Hayat eve sığmaz, ev
hayata sığınır olmuştu. Hayatın kıyısında bir sığıntı gibi duran ev öksüzlüğün
en trajik zamanlarını yaşıyordu.
Dışarıdaki bütün
mücadeleler eve hayatı sığdırmak için gibi görünse de hakikatte eve sığan
sadece bedenler ve arzular olmaya başlamıştı.
Ev büyüyordu ama
içindekiler küçülüyordu. Bilhassa eve hayatı taşıyanların sayısı azalıyor
evdeki cansız nesnelerin hakimiyeti artıyordu. Bundandır ki hayat eve sığmıyor
derken evdeki hayattar olanların sayısı her geçen gün azalıyordu. Parçalanan
aileler evdeki hayatı da parçalıyordu.
Ev, hayatın en anlamlı ve
sürekli okulu olmaktan uzaklaştırılınca cemiyetinde çatısı çatırdamaya
başlamıştı. Hayat eve sığmayınca cemiyete hiç sığmamıştı. Çok küçük parçalara
ayrıldığında anlamlığını kaybetmişti.
Bu musibetin hayatı eve
hapsettiği neredeyse 10 ay oldu. İlk başlarda musibetin şokunu atmaktan
zorlandık. Lakin hemen toparlandık. Hatta hayatın eve sığdığını her yerde
anlatmaya başladık. Evlerin içinde fiziksel mesafe olarak birbirimize yabancı
gibi davransak da sosyal yakınlığımız arttı. Meğerse birbirimizi, hayatımızın
evin içindeki güzelliğini ne çok özlemişiz. İhmalin bedelini ağır ödedik
birbirimize yabancılaşarak. Geç kaldık birbirimize aşina olmaya.