Korona Ontolojisi
2016 baharında, uluslararası bir sempozyumun davetlisi olarak İspanya’ya gitmiştim. Panel Madrit’te idi. Konuşmam bittikten hemen sonra dönmedim, üç beş gün daha İspanya’da kaldım. Madrit’in sokaklarını gezerken, daha önce öteki Avrupa şehirlerinde zihnime belli belirsiz gelen bir intiba kesin bir kanaate dönüştü: Avrupa’da insanlar kaygıyı tamamen tarihin ve öteki memleketlerin karanlıklarına gömmüş. Geleneğe karşı oluşlarının da başka memleketlerdeki kültürlere duvar örmelerinin de sebebi bu olmalı. Burada insanlar bütün sinirleri alınmışçasına kendinden emin, rahat, olabildiğince huzurlu yaşıyor. Sanki insan zihninin üretip kalbine yönlendirdiği ne kadar olumsuz ruh hali varsa hepsi bir şekilde bertaraf edilmiş, Avrupa’dan içeri alınmamışçasına herkeste hoş, zarif bir yumuşak huyluluğa eşlik eden hazmedilmiş bir sempati hakimdi. Özellikle Madrit’in merkezinde, şehrin en büyük parkını gezerken, banklarda oturan yaşlıların, çocuklarıyla yürüyen ebeveynlerin, birbirinin koluna girmiş dolaşan veya orada burada bir ağacın gölgesine tünemiş gençlerin, herkesin ama herkesin yüzünde burada, Türkiye’de, kendi memleketimde, hatta belki Ortadoğu’nun tamamında görmediğim bir yaşam ışığı parlıyordu. Belki de bu ışık gölgelenmesin diye göçmen kabul etmiyorlardı, kim bilir?
Bahardı, hava olabildiğince güzel, gök okyanus kıvamında bir mavilikte, güneş yakmadan ısıtma ayarındaydı. Hayatın o kendine özgü bütün büyüsü sanki yüzyılları aşarak burada toplanmış, nefes alıp vermenin yoğun ışığı o an, oraya, o parka doluşmuştu. Hani bazen, o güne kadar tanık olmadığınız, hissetmediğiniz harika bir duyguya kapılır da Tanrım, demek böylesi güzellikleri de varmış hayatın der, mutlu olur, sonra hemen ardından o mutluluğun sizi daha önce niye yoklamadığını, yalnız bıraktığını düşünür, esef edersiniz ya, işte öylesi bir duygu bedenimi şöyle bir dolaştı, kalbimin, ciğerlerimin kıyısında eğleşip boğazıma yanaştı. Tam bu an, boğazımda bir kuruluk, gırtlağımda bir kilitlenme hissettim. Güzel bir bahçede, piknik yapan insanların ağızlarının tadını, uzaktaki, çok uzaktaki, hiç gelmeyecekmiş hissi veren yağmur bulutları gelir, kaçırır ya. İşte öylesi. Evet, dedim, elbette buradaki insanlar mutluluğu hak ediyor. Evet, elbette burada insanlar bir kazaya uğramadan, hayatlarını normal seyirde geçirip yaşlanmayı, insanca yaşamayı hak ediyorlar. Evet, elbette buradaki ebeveynler hafta sonlarında çocuklarını getirip bu parkta, hayatın bütün tehditlerinden salim gezdirmeyi, daha baştan, en başından yaşam sevincini onların doğasına yerleştirmeyi hak ediyorlar. Evet, elbette tam da baharda, böylesi harika bir havada bu gençler, ders dışındaki arta kalan zamanlarında şu daldan dala atlayan hafif kuşlar gibi bir gölgeden ötekine yürümeyi hak ediyorlar. Ama burada, bütün bu güzellikleri yaşamanın garantisi, bütün bu harika duyguların keyfini çıkarmanın faturası Suriye’de, sokak arasında oynarken üzerine bomba düşen çocuklar olmamalı; mutfakta, çocuklarına yemek hazırlarken bomba sesiyle irkilip eli yüreğinin tam üstünde kendini dışarı atıp, içine doğan felaket hissiyle yüz yüze gelen bir annenin çığlıkları olmamalı; bırakın yaşlanmanın kendisinden esirgendiği, daha ergenliğe adım atar atmaz eline silah tutuşturulup cepheye sürülen, bir mevziden ötekine koşturulan gençler olmamalı ve esef ki böyle.
Muhtemelen ben bunları, bu iki dünya arasındaki çelişkiyi düşünürken, tam da o tarihlerde, tam da o vakit, tam da baharın o en güzel anlarında, Suriye’deki çocuklar, gökyüzüne ne vakit baksalar uçurtma yerine savaş helikopteri gören çocuklar da şöyle düşünüyordu: Keşke yaşımız büyük olsa, bacaklarımız biraz daha uzun, kaçabilsek bu savaştan. Keşke yaşımız biraz daha büyük olsa, kenara koyduğu üç beş kuruş, ebeveynlerimizin, kaçabilsek bu savaş ortamından, bombalardan. Acaba bir gün, bizi vurmayan, en azından çocuklara dokunmayan bombalar icat edilir mi? Acaba bir gün bizim de, içinde keyifle oynayabileceğimiz parklar olur mu, bu bomba oyukları yerine? Çocuğuz. Hiçbir korunağımız yok. Çocuğuz, bize yöneltilmiş tehditleri de bizim için üretilmiş silahları da bertaraf edecek tek bir savunma mekanizmamız yok. Çocuğuz, daha başlamadık ki bitsin. Çocuğuz, başladık, lütfen silah üreticisi büyüklerimiz, bitmesine izin verin. Biz de büyüyelim, genç olalım sizin çocuklarınız gibi; biz de evlenelim, çocuklarımızı parka götürelim, babalarımızı, dedelerimizi bir bahar günü, sizin gibi…
Muhtemelen ben bunları düşünürken Batılı ve otuzlu yaşların üstündekiler silah üretmeye devam ediyordu. Muhtemelen kırk, elli yaşın üstündekiler yeni silah pazarları açmak için, Avrupa dışındaki memleketleri karıştırmakla görevli, oralardaki yaraları kaşımayı sürdürüyordu. Muhtemelen, ben bunları düşünürken Avrupalı altmış yaşın üstündeki siyasetçiler, dünya haritasını önlerine almış, üretilmiş silahlarını pazarlamak için yeni siyasi krizler çıkabilme ihtimali bulunan coğrafyaların üstünde parmaklarını gezdiriyordu. Muhtemelen o “yaşlı” çocuk katillerinin yandaşları, muhtemelen sessiz destekçileri, muhtemelen gücü yettiği halde ses çıkarmayanları, haksızlık karşısında susanları vardı.
Madrit’te, o parkta, imrenerek baktığım çocuk yüzleri ile Suriye’de, Halep’te ölen çocukları karşılaştıran zihnim, büyüklerin küçükler için açtıkları yeni mezarlık projelerine karşı çocukların tamamen sahipsiz olmuşluğuna dalıp gitmişken, bin yıl düşünse günün birinde o çocukların çığlığını duyan bir virüsün yola çıkacağını, onlara, Avrupa dışındaki insanların onların ürettikleri silahların gölgesinde yaşadığı dehşeti, misliyle yaşatacağını akledemezdi.
Coğrafya, ırk, memleket tanımadan yol alan, sessizce ilerleyen, muhtemelen adresi belli çocukların ölüm çığlığı yongasından türemiş bir virüs, lanetlenmiş bir çağın burnundan içeri giriyor. Sadece çocuklara dokunmuyor. O dehşeti yaratan zihniyetin kof suratına çarpıp duruyor dünyanın öteki tarafını. Bedenlerini bombaların parçalayacağından korkarak evlerine sığınanlar ile bedenlerini görünmeyen bir mikrobun yok edeceği korkusuyla dışarı çıkamayanlar ne kadar da birbirine benziyor?
Tarih de psikoloji de hayat da kaldıraç gibidir. Hiçbir zaman kaldıracın bir tarafı ilanihaye yerde durmaz. Bir ağırlık gelir, iki ucu mutlaka dengeler. Metallerin, silahların ağırlığına karşı, virüslerin, mikropların hafifliği… Gücün, kudretin, kibrin ağırlığına karşı, güçsüzlüğün, çaresizliğin, tevazunun hafifliği… Dünyanın her yerinde, yüzüne oksijen tüpü geçirilmiş büyükler, Suriye’de kimyasal saldırı sonrası dudağının kenarından köpük akan çocuklara nasıl da benziyor.
Kuruya, yaşa bakmayan, sadece çiçekleri atlayan, rastladığı her şeyi ısıran dev ağızlı bir yangın gibi…