Korona günlüğü
Covid-19 u ilk günden itibaren çok ciddiye aldım. Hekimlik çalışmalarıma 3 ay ve 2 ay olmak üzere 2 kez ara verdim. Aşıyı ilk yaptıranlardandım. Çalışmalarım esansında en ciddi tedbirlerle çalıştım.
Çünkü,
yüksek risk grubundandım.
Bunca itinaya
rağmen aşının ikinci dozuna 5 gün kala Covid testim pozitif çıktı. Önce eşim
rahatsızlandı, 3 gün sonra da ben.
Daha önce geçirdiğim
by-pass ameliyatı akciğerlerimi olumsuz etkilemişti.
Corona ile
karşılaşırsam en zayıf noktamın akciğerlerim olduğunu biliyordum.
Nitekim öyle
oldu.
Corona,
eliyle koymuş gibi doğrudan akciğerlerimi buldu.
Düşmeyen
ateş, ve nefes darlığı günler, günler sürdü.
Kol ve bacaklarım
eklem ağrılarım oldu ise de feci ağrılar değildi.
Baş ağrısı,
bulantı, kusma, ishal, tat ve koku kaybı gibi belirtiler hiç olmadı.
Konya’da
başlayan tedavim, Ankara Şehir Hastanesi’nde sürdü.
Beni
Konya’dan alan ekip, Ankara Şehir Hastanesindeki yatağıma yerleştirerek
görevlerini tamamlarken, sanki aynı hastanenin diğer odasına geçmiş kadar, sorunsuz,
sessiz, bir organizasyon uyguladılar.
Konya’dan
Ankara’ya naklim, hastaneye ulaşmam, her şey saat gibiydi.
Herkes ne
yapacağını tereddütsüz biliyordu.
Teknolojiye,
düzene, tertibe, disipline, organizasyona meraklı ve ilgiliyimdir.
Ambulansların
iç dizaynı, hem ergonomik hem estetikti. Rafları ve dolapları, tıbbi donanımları,
temizlik ve hijyenleri mühendislik ve planlama harikasıydı.
Şehir
hastaneleri, mimarisi, iç mimarisi, dekorasyonu, tıbbi ve teknik donanımı en
üst seviyede, Türkiye’nin gururu olmaya layıklar.
Doktorumun
bana uyguladığı tedavi mükemmel sonuç verdi.
13 gün süren
zorlu ve çetin bir süreçten sonra nihayet müjdeyi aldım, tedavim başarıyla
sonuçlandı, Allah’ın şafi ismi tecelli etmişti.
Buradan beni
sağlığıma döndüren doktorum Doç. Dr. İhsan Ateş Bey’e ve ekibine sonsuz
teşekkürlerimi iletiyorum. Yüksek tıbbi birikimleri, çalışma disiplinleri ve
sıcak alakaları eşsizdi.
Hastalığım
süresince geçmiş olsun dileklerinde bulunan, başta Milat Gazetesi olmak üzere eş, dost, akraba ve arkadaşlarıma
sonsuz şükranlarımı arz ediyorum.
Bütün
bunları yaşarken “eski Türkiye” film
şeridi gibi gözümün önünden geçti.
Mesleğime
1979 yılında başladığımda, ilk görev yerim Erzincan-Tercan Devlet Hastanesiydi.
Hastanede
memur odaları dışında sadece 1 tek ampul
yanıyordu. Hasta odalarında, ya ampul, ya kablo, ya da elektrik düğmesi
yoktu.
Yeni mezun
hevesiyle hasta yatırmak için ilk işim yıllardır yanmayan bu ışıkları çalışır
hale getirtmek olmuştu.
Hastanenin
ilaç ve aşılarının saklandığı buz dolabı tüp gaz ile çalışıyordu. Elektrikler
sürekli kesildiği için çözüm tüp gazlı buz dolabı olmuştu, sadece elektriğe
bağlı kalınsa aşılar, ilaçlar sık sık telef oluyordu.
Tanzanya’dan
değil, 40 yıl öncesinin Türkiye’sinden bahsediyorum.
Bütün
olumsuzluklara rağmen, bir tek şey mükemmeldi Tercan Devlet Hastanesi’nde:
Hastanenin depoları,
halka ücretsiz dağıtılmak üzere, Türkiye’nin
dostları(!) ABD ve AB’nin hibe ettiği kamyon kamyon doğum kontrol malzemeleriyle doluydu. Bunlar gelen gidenin eline
tutuşturuluyordu.
Şimdilerde bu dost(!) ülkeler doğum kontrol projelerini ÇYDD, LGBT dernekleriyle, vakıflarıyla, içine LGBT-ÇYDD yerleştirilmiş filmleriyle, sokağı ve okulları
karıştıran elemanlarıyla yürütüyorlar.
Cerrah
olarak ilk görev yerim ise Muğla’nın Köyceğiz ilçesi idi. Yıl, 1986.
1 yıl
boyunca tek bir hastaya cerrah olarak elimi sürmedim ama mecburi hizmetimin ilk
yılını tamamlamış oldum.
Çünkü cerrah
olarak gönderildiğim hastanede
ameliyathane yoktu.
Bir yılın
sonunda halkın bağışlarıyla derme çatma ameliyathane kuruldu ve
mesleğimi icraya başlayabildim. Köyceğiz’de zannedersem 10 yıl daha bomboş
otursam Ankara’nın umurunda değildi.
Zira boş
oturmaktan gına geldiğim için, çalışabileceğim, mesleğimi icra edebileceğim
Anadolu’nun başka bir ücra köşesine, zamanın politikacılarına bin bir yüz suyu
dökerek, yalvar yakar olarak, tayinimi yaptırabildim.
Bu tayin
didinmeleri sürecinde SSK Genel Müdürü olarak Kılıçdaroğlu ile muhatap oldum.
Kılıçdaroğlu beni dinlemeden öfkeyle tıslayarak kapıyı gösterdi. Ne de olsa Türkiye’yi
Nepotizm (adam kayırma) ile CHP
tanıştırmıştı.
Bir odada 5
ila 20 hastanın yatırıldığı hastanelerde yıllarım geçti. Hasta yataklarının
altı poşetler, fileler, valizlerle dolardı. Hastaya bir dolap bile verilemezdi.
Kliması
olmayan ameliyathanelerde alnımızdan ter damlayarak yıllar yılı ameliyatlar
yaptık.
90’lı
yıllarda, şimdiki şehir hastanelerimizin kısa bir filmi gösterilse, “Türkiye böyle hastanelere ne zaman sahip
olabilir?” diye sorulsa, 2 bin 500 yılından daha ileri tarihi
işaretleyeceğimden eminim.
Demek ki çok
kısa zamanlarda dramatik değişiklikler olabilirmiş!
Geçtiğimiz
yıl Tercan’ın yeni Devlet Hastanesini gördüm. Orta boy biz özel hastaneyi
andırıyordu.
Adana’daki meşhur
branda hastanenin mucidi, CHP’ye ve CHP medyasına kendini kaptıran ve hayatında
yurt dışına adım atmamış bazıları kendilerine çanak tutan Alman Gazetesine “Türkiye’de yaşamaktan memnun
olmadıklarını, başka ülkelere gitmek istediklerini” söylemişler.
Bence;
Siz siz
olun, CHP’nin aklına uymayın...
Kelin ilacı olsa başına sürer.
Bir de Hans-Günter
Wallraff’ın “En alttakiler”ine arada
bir göz atarsanız, Almanların her geleni “Can Dündar” diye karşılamadıklarını
görürsünüz.
Almanların “Can Dündar” kotalarının dolduğunu da ayrıca
hatırlatırım!