Dolar (USD)
35.06
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2957.39
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
24 Ağustos 2022

Köpek ısırığı

Dostoyevski’yi pek çoğunuz bilirsiniz. O da insanlık tarihinin diğer bütün büyük insanları gibi karanlığa ışık yakmış, hayatını çağının karmaşalarını anlamaya, bulanıklıklarını berraklaştırmaya, bilinmezlerini bilinir kılmaya adamıştır. Bütün büyük insanlar gibi hayatın tamamen içinde kalarak tamamen dışarıdan bakmaya gayret etmiştir. Yine onlar gibi insanlığın değişmeyen sorunlarına; iyilik-kötülük, doğruluk-yanlışlık, diriliş-bozulma, güzellik-çirkinlik, kabalık-incelik arasında gidip gelen kaldıracı anlamaya harcamıştır ömrünü. Zor bir hayatı olmuş, sürgün edilmiş, kürek mahkumiyeti almış, hapislere atılmış, ölüm cezalarına çarptırılmış, darağacına gitmenin, ölümün kokusunu teninin altında hissedişin mertebelerini yaşamış ama yine de yılmamış, hayatı bırakmamış, mücadelesini son nefesine kadar devam ettirmiştir. Fransız edebiyatı için Balzac neyse ve neyi yapmışsa Rus edebiyatı için de Dostoyevski odur ve onu yapmıştır. Kendinden başlayarak insanı tanımaya çalışmış, insan bedeni ve ruhunun labirentlerini dolaşmış, her bir geçiş noktasına, her bir dönemece, her bir karanlık noktaya ruhunun derinliklerinden gelen esintiden bir parça bırakarak üflediği her nefhayla katılaşmış olanı eritmeye, sert olanı yumuşatmaya, çirkin olanı güzelleştirmeye çalışmıştır. O dünyayı ve insanı yeniden tanımanın, onun bilinmeyen taraflarını bir daha keşfetmenin yılmaz ve yorulmaz savaşçısıdır.

Bu savaşçılığı onu sadece edebiyat tarihinin değil, teolojiden sosyolojiye, tarihten psikolojiye, estetik biliminden pedagojiye hemen her sosyal bilim alanın onun eserlerine eğilmesine, onda kendinden bir parça bulmasına sebebiyet vermiştir ki psikolojinin duayeni Freud ruh bilim teorilerinin pratiklerini onun eserlerinde aramıştır. Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Budala, Ölü Bir Evden Hatıralar, Yer Altından Notlar… Bunlar ve bunların gölgesinde kalan ikinci, üçüncü derecede kıymet ifade eden eserlerinin hepsinde her insanın, her yaşın, her sosyal kategorinin aradığını bulduğu “zaten biliyordum ama berraklaştı”, “bunu hiç bilmiyordum ve artık biliyorum” diyebileceği sayısız gerçeklik huzmesi vardır. O da diğer bütün büyük insanlar gibi hayata gevşek bağlarla değil gerçek bağlarla bağlı olan; “şimdi”sini garanti etmek için yüzünü geçmişe çevirmek yerine geleceğini tahkim etmek için kaosun içine tereddütsüzce atlayan; “mış gibi yapmanın” sefaletinden nefret eden ve kendini yaptığı işe büsbütün vererek inandığı yoldan bir adım geri atmayan, inandıklarını yapma konusunda hücrelerinin son damlasına kadar mücadeleyi bırakmayan, iyisiyle kötüsüyle yaptıklarının faturalarına katlanan hakiki bir deha, olağanüstü bir sanatçı, muhteşem bir gözlemcidir. Ve yine insanlık tarihinin diğer zirveleri gibi her cümlesi, her satırı, her paragrafı “şimdi”yi riyasız kavradığı için bir yönüyle geçmişi, öteki yönüyle geleceği kuşatan alegorik göndermelerle doludur.

Metinleri arasında birinci sırayı almasa da beni en çok sarsan eseri Ölü Bir Evden Hatıralar’dır. Dostoyevski’nin yazdıkları ve söylediklerinden dolayı mahkum edilişinin, Omsk’taki sürgün günlerinin yadigarı olan bu eser insanı doğrudan kavramanın ve ona bütün boyutlarıyla dokunmanın atlası, dahası incelikli bir haritasıdır. Yazar bu eserde dört yıllık kürek mahkumiyeti boyunca karşılaştığı insanların alınlarından içeriye dalar ve insan oluşun neredeyse bütün hallerini resmeder. Daha da önemlisi yazarın diğer eserlerinde de sıkça karşılaştığımız bir iyilik-kötülük tanımlaması, ontolojisi ve değişkenliği teorisidir bu eser. İyiliği ve kötülüğü kendine sunulan biçimiyle görmeyen, ona kendinden bir şeyler ekleyerek tanımlanmasını kolaylaştırmanın yollarını arayan bir teorisyen vardır orada, karşımızda. Bu eserde; dondurulmuş, sınırları belirlenmiş, hareket kabiliyeti olmayan bir iyilik-kötülük kavramından akışkan, sınırları sürekli değişen ve her derinin içinde farklı görünen, zamanın ha bire biçimiyle oynadığı bir iyilik-kötülük karşıtlığına akar zihnimiz.

Metindeki en güzel sahnelerden birinde; kötücül, kaba saba mahkumların, hiç suçu olmadığı, bulunduğu yerde kıvrılıp yattığı halde bir köpeğe sürekli eziyet etmesidir. Köpek orada, sessizce dururken her mahkum ona farklı bir eziyette bulunur, olmadık kötülükler yapar ve köpeğin iç dünyasında insanla kurulan her temasın karşılığı ceza oluverir. Kendisine uzanan her elden bir acı iletildiği için köpek bakımından insan eli kötülüğün elçisine dönüşür böylece. İç dünyasını bu şekilde doldurduktan, insan elini ya tüy çekme, ya kulak burkma, ya etini sıkma ya ayağına basma veya çimdik atma işleviyle donattıktan sonra, kendisine iyilik yapmak için yaklaşan bütün ellerin okşamalarına dişleriyle cevap verir köpek ve böylece iyilik ile kötülük arasındaki sınırlar bir kez daha karışır. Anlatıcının bu pasaj üzerinden bize vermek istediği mesaj açıktır: Kötülüğün dolaşımda olduğu bir yerde iyilik ısırılır. Kötülüğün keskinleştiği bir yerde iyilik yaralanır. Kötülüğün hegemonya kurduğu bir yerde iyilik mahkum edilir ve böyle bir durumda, böyle bir ortamda iyiler ellerini ne kadar şefkatle uzatırlarsa uzatsınlar, kötülüğü reflekse dönüştürmüş olan mekanizmalar o elleri kırar, parçalar, etkisizleştirir. Sorun köpeğin ısırması değildir; köpeğin iç dünyasını ısırmaya ayarlayan ellerin varlığı ve çokluğudur. Onların hakimiyeti, onların ortalıkta dolaşması, kanunları onların koyması ve kanunların onlar tarafından uygulanıyor oluşudur. Artık bu vakitten sonra içinizde ne vakit köpeği okşamaya yönelik bir heves gelse “ısırma” tehlikesini gözetmek zorundasınız. Bütün çiçeklerin kaktüs, bütün hayvanların ısıran, bütün insanların zarar verme öznesine dönüştüğü bir dünyada sevgi varlığını nasıl koruyabilir ki? Sevmenin bile potansiyel tehdide dönüştüğü bir toplumda sevginin yeşermesini nasıl umabiliriz ki? Köpekler ısırmaya ayarlandığında ellerin masumiyeti kayboluyor…