Konya'daki 'Gazi Veli' Ladikli Ahmet Ağa (1)
Allah dostları, ömürlerini beşeriyete adamış sevgi insanlarıdır. Rıza makamından ayrılmayarak Allah’ın rızasını amaç edinirler. Mutluluk, onlar için Hakk’ın/el-Velî’nin ve istikametin yolunda dosdoğru bir hâl ile yaşamaktır. Emredildiği gibi, istikamet ehli olmak, Allah dostu veliler için mutlak bir ilkedir.
İnsanlık,
istikamet ve hakikatten ayrıldığında Hakk Teâla, onları hidayete ulaştırması
için kitap ve elçi göndermiştir. Allah’ın Sevgili Elçisi’yle birlikte mesaj ve
onu getiren peygamberlerin gelişi son bulmuştur. Peygamberlerle birlikte
Rahman’ın sevgili kulları, velileri insanlığa ilahî prensipleri hatırlatmaya
devam etmişlerdir. Bu velilerden birisi de hiçbir tahsil hayatı olmamış, mektep
ve medrese okumamış, ümmi (Konya’nın Ladik ilçesinden) Ahmet Ağa’dır (Hüdâî).
1887
yılında, Hz. Mevlânâ ve onun candan dostu Şemsî Tebrizî’nin de medfun olduğu
Konya’da doğan Ladikli Ahmet Ağa, selefi olan Veysel Karanî’yi hatırlatır. Onun
gibi, çobanlık ve çiftçilikle uğraşan ümmi bir Allah dostudur. Ancak o
‘görünmeyen üniversite’den ilm-i ledünden tadar, böylece ilim, ihsan ve irfan
ehli arasına katılır. Anlatılanlara göre, sonunda Hızır’la yoldaşlığı olan bir
veli makamına ulaşır. Çok sayıda edep ve ahlak numunesi insanın yetişmesine
vesile olur. Şeyh Ahmet denilmesini rağmen, o asla makamların peşinde olmaz,
tevazu sahibi bir şefkat insanı olur.
Henüz doğumundan on, on iki yıl sonra Balkan Harbi
seferberliğinde iki abisiyle birlikte ümmet için, vatan için, İslam için
mücadeleye ve cihada başlar. Kökleri Buhara’dan (veya Semerkand’dan) gelen bir
aile mensup Ahmet Ağa’nın babası, cihada gitmeden önce ona ve iki ağabeysine
önemli bir ikazda ve duada bulunur: “Ölmek var, fakat askerden dönmek yok.
Üçünüz de ölür veya yaralanırsanız, bana gazi veya şehit babası olma şerefini
verirsiniz… Şimdi Allah rızası için vatana, dine, devlete ve millete hizmet
etme zamanıdır.” (M. Ali Uz, Bir Gazi Veli Ladikli Ahmed Ağa, Konya 2006, 32)
Ahmet Ağa’nın savaşı, bir mücadeleyle bitmez. Cepheden
cepheye giden Ahmet Hüdâî, yaralanır, ölümden döner, esir olur, gazi olur.
Yirmi altı yıl askerlikten, daha doğrusu savaştan sonra memleketi Konya’ya
döner. O, Balkan Savaşları’nda, Makedonya, Yunanistan, Arnavutluk,
Bulgaristan’da; Birinci Dünya Savaşı sırasında Birinci ve İkinci Kanal
Harekatı’nda, Çanakkale’de, Hicaz savunmasında cihada katılır. Birinci Dünya
Savaşı’nda terhis edilirse de, Kurtuluş Savaşı’nın başlamasıyla tekrar askere
alınır.
Filistin’de, Gazze şehrinde İngilizlere karşı savaşırken,
makinalı tüfeklerin ateşi altında, bulunduğu guruptakilerin çoğu şehit olur, o
da yaralanır, üzerine arkadaşlarının cennet kokulu bedenleri düşer. Savaşılan
yer, karargahlarına üç günlük uzaktadır. Herhangi bir yardım ve kurtulma
ümidinin olmadığı bir sırada, susuzluktan ölmek üzere iken, sabaha karşı yağmur
çisentileriyle kendine gelen Ahmed Ağa, beyaz bir ata binmiş nuranî yüzlü bir
kimsenin yanına geldiğini fark eder. Selam veren o kimse, ‘yaralandın mı?’ diye
sorar. Ladikli Ahmed Ağa, yaralandığını ve kalkamadığını ifade edr. Atından
inen nur yüzlü adam, atının terkisinde aldığı suyu, ona içirir. Onun verdiği
mataradan kana kana suyu içen Ahmed Ağa, daha sonraları bu olayı anlatırken
‘taze bir hayat bulmuş gibi oldum’ ifadelerini kullanır. Kim olduğunu bilmediği zat, onu en yakın
hastanenin bulunduğu yere bırakır. Tabii ki, üç günlük mesafeden geldiğini
anlattığında kimseyi inandıramaz. O zat,
hastanede Ahmed Ağa’nın, birkaç kez ziyaretine gelir. Ahmed Ağa’yı çölden
şehitlerin altından çıkarıp kurtaran kişinin Hızır (a.s.) olduğu söylenir. Bu
zat kendisine bir uyarıda bulunmayı da ihmal etmez. “İstikametini bozmaz,
yaşantısını değiştirmez, Allah yolunda ayrılmazsa, kırk yaşları civarına
geldiğinde onda bazı hâllerin vuku bulacağını, bunlardan korkmaması
gerektiğini” söyler.