Kıyamet Sûresi'ni dinlerken Taksim'de bir cami tasavvuru*
İnce ılık bir yağmur yağıyor şehrin en kalabalık caddelerinden birine. Şehri ıslatan bir yağmur. Sanki arıtmak, ılık dokunuşlarla ince derin bir sesleniş bırakır gibi damlalar, hüzün kuşanmış öylece ıslatıyor taş kaldırımları, kadim binaları, yaprakları dökülmüş çıplak ağaçları ve geniş uzun cadde boyunca kara bir ırmak gibi öylece akan insan selini…
“Ama o gün gözler korku ile açıldığında
Ve ay karanlığa gömüldüğünde,
Ve güneş ile ay bir araya getirildiğinde
O gün insan haykıracak:(Eyvah) Nereye kaçayım?” (Kıyamet Suresi)
Ağa Camii’nin hemen giriş kapısında âmâ bir ihtiyarın aklaşmış sakallarını yıkıyor yağmur. Kirlenmiş, lekelenmiş, parça parça gömleğini, çıplak ayaklarını yıkıyor.
Akşam ezanı sonrası mıydı? Hava yavaş yavaş kararıyor, lacivert bir gök kuşatıyor, yıldızlar yanıyordu sönük lambalar gibi… Şehrin tam ortasındaki kadim günahlarla yıkanan o caddenin hemen kıyısındaydık. Kara bir ırmak gibi insanlar İstiklal Caddesi’nden akarken Ağa Camiine sığınmıştık. Müezzinin hüzünlü yanık sesiyle okuduğu akşam ezanı ılık yağmurlar gibi yüreğimizi yıkıyor ve biz Kıyamet Suresi’nin ayetlerine teslim oluyorduk sanki…
Yüreğimize çöreklenen acının o dayanılmaz ihanetler yüklenmiş, örselenmiş o sızılı acının dinmesini beklemiştik. Biz bekledikçe hoca okuyor ve sanki ağlıyorduk. Kıyameti yakinen hisseder gibi oluyor, bu sesleniş ruhumuzun oyuklarına, sırların örselenmiş umutlarına, eksik kulluk şuurumuzun en tenha yerlerine doğru öylece akıyordu.
Paris’te, o kadim taştan şehirde, buz gibi insanların yüzlerine bakarken, tam şehrin ortasında yine akan insan seline karışmıştım. Notre Dame Kilisesi’nin bohem yalnızlığına sığınır gibi öylece bir kenarda beklemiş, söylenen ilahileri dinlemiştim. Kadim gri şehrin tam ortasındaki devasa katedral nasıl da nişane gibi öylece meydan okuyordu her şeye. Ve bu eski şehre şerh düşüyordu sessizce… Kendi inandığı değerleri ifşa etmek adına, kendi medeniyetlerinin göstergesi olarak inşa edilmiş olan, Paris’ in tam ortasında birçok katedralin en büyüğü ve en eskisi, belki de Notre Dame Kilisesi idi.
Yağmur hızlanmış, alışık olmadığım rüzgârlar esiyordu. Batı şehirlerinin birinde gri güneşsiz gökyüzünün altında ve yüreği yüzüne yansımış soğuk benizli batılıların tam ortasına düşmüştüm. Tanımadığım bilmediğim bir yabancı şehirde öylece kalakalmıştım. Tin Kilisesi’nin tam dibinde taş banklar vardı. Yüreğim soğusun, göğsüm genişlesin diye bu taş banklara oturmuş arkadaşlarımı bekliyordum. Etrafımdaki gençler akşam gerçekleşecek olan konser biletlerini elime tutuşturmaya çalışıyorlardı. Tin Kilisesi’nin göğe doğru uzanan ve Osmanlı’nın Viyana kuşatması sırasında, sınırlarını döven toplardan eritilerek yapılmış ulu çan kulesinden çan sesleri geliyordu.
Şimdi âmâ bir ihtiyarın sığındığı kapıyı aralayıp Ağa Camisi’nin mütevazı girişinden içeriye doğru yürüyorum. Cami neredeyse asırlık binaların arasına sıkışıp kalmış. Yüksek olmayan kubbesine yaslı bir çınar ağacının dibindeyim.
Yağan yağmur hızlanmış insanlar öylece ıslanmak ister gibi hiç istiflerini bozmamış caddeden öylece akıyorlar aşağı ve yukarı… Camiyi o kalabalığın, onca eskimiş kadim binaların arasında zor buluyorum. Ve kendimi içeri atıyorum. Evet, akşam ezanı okunmuştu. Ben cemaate uymuş ve hocanın Kıyamet Suresini okumasına şahitlik etmiştim.
Nice dünya şehirlerinin meydanlarında devasa mabetlere yürümüştüm. Ama şimdi kendi ülkemde Taksim’in tam ortasında, suların taksim edildiği anlamına gelen bereket kuşanmış bir semtin tam ortasında kendime bir mabed arama telaşına düşmüştüm. Minareleri göğü yaran, geniş sütunlarına bedenimi ve dahi yüreğimi yaslayabileceğim, Süleymaniye’den, Selimiye’den, Sultan Ahmet’ten bir cüz gibi medeniyetimizin göstergesi tam yolumun ortasında, tam o meydanda, akın akın Kıyamet Suresi okunurken ve insanlar oluk oluk cehennemi bir akışla öylece nereye aktıkları belli olmayan bir akışla yürürken. Ben mescidimi arıyordum. Bulur muydum bilmiyorum. O devasa, asırlar sonrasına bir nişane gibi kalacak olan, nereye aktığı belli olmayan bu insan selinin akışını çevirecek cennet soluklu bir ulu mabed. Bu ulu mabedi arıyordum…
Şimdi tam da Taksim anıtının çaprazına düşen bir bölgeye, Taksim Camisi’nin temelleri atılıyor. Ulu mabetlere yönelmek istediğim, şehrin yine yıllanmış çınarlar gibi her medeniyetten mimariyi bağrında konuk eden mezkûr bölgede o mabedi arıyordum... Ama Mimar Sinan’ nın eserlerinden bir eser gibi. Itri’den bestelenmiş derin Tekbir’ler saklı kubbelerinde, medeniyetimizin köklerine inmiş, şiirden ve musikiden nasibini almış tam da bu modern zamanların çıkmazlarını ve karanlığını bir çerağ gibi aydınlık mimarisiyle ışıtan bir ulu mabed…
Bütün şehir meydanlarına dönüp bakıyorum. Dünyaya bakıyorum. Her millet kendi şehir dokusuna yakışır, inancının simgesi haline gelmiş ve kendi inandığı değerleri yansıtan ulu mabetler yapıyorlar. Bu ulu mabetlerden birisi de yine mübarek şehir Kudüs’te Mescidi Aksa’ dır. Yıllardır Yahudilerle büyük bir savaş veriyor İslam Dünyası. Bu savaş neden bitmez. Neden paylaşılmaz Mescid-i Aksa… Bunu düşünmemiz gerekiyor. Müslümanların yaşadığı bir şehir merkezine görkemli ve kendi inançlarını yansıtan eşsiz bir mimariyle, o şehre yine eşsiz bir şerh düşecek bir ulu mabed yakışır. Mescid’ ler önemlidir. Mescid’ ler bizim vazgeçilmez sembollerimiz, bizim nişanelerimizdir. Aslına uygun bir şekilde yapılmaları ve kullanılmaları en büyük muradımızdır.
Sonra düşündüm; İstanbul gibi bir serhat şehirde, eşsiz güzellikleri bağrında barındıran bu dünya şehrinde, yine tarihi yarımada da eşsiz güzellikleriyle zamana direnen onca görkemli cami varken neden Taksim gibi merkezi bir bölgede ulu bir mabed yoktur. Antuan Katolig Kilisesi, Aya Triada Rum Ortadoks Kilisesi, Saint Antoine Katolik Kilisesi gibi mabetler, İstanbul’un en merkezi semtlerinden biri Taksim’de arzı endam ederken, görkemli duruşlarıyla adeta meydana hâkim halde size batının şehirlerinden bir şehirde dolaşıyor izlenimi verirken ben binaların arasına sıkışmış, minaresi zor görülen, mütevazı duruşuyla caddenin kıyısında öylece bekleyen Ağa Camii’ne yürüyorum… Daha Doğrusu Hüseyin Ağa Camii öylece yılların sabrını ve metanetini kuşanmış cemaatini ağırlıyor, cemaatini bekliyor her daim...
Yorgun ve yıpranmış telaşlar sonu, bir ikindi namazına yetişmeniz gerekir. Yara yara o sel gibi akan kalabalığı caddenin sonuna gelirsiniz nihayet… Akşam ezanı ha okundu ha okunacak. Kalabalık gittikçe artar. Cami bahçesi tenhadır, sıcaktır, serindir, cennet esintili bir bahçe gibi karşılar sizin kalabalıklardan sıkışmış, daralmış yüreğinizi. Rahatlarsınız. Yolun kiri ve kalabalığın yıpratan ve hep ürküntü veren maneviyat yoksunu akışı, ara sokaklardan gelen içki kokuları, barlardan sızan baygın müzikler ruhunuzu perişan etmiş de olsa. Bu cami bahçesi, sonra bu şadırvanın soğuk, ılık, sıcak suyuyla aldığınız abdest tüm nahoş kokuları ve şehrin tüm kirini akıtır yüreğinizden ve dahi bedeninizden…
Hâsılı kelam, Taksim gibi kadim ve güzel bir semte yaraşır bir cami istemek hakkımızdır. İstanbul’un bizden sonraki kuşaklarına bırakacağımız güzide bir yadigâr, Sultan Ahmet’ten bir nişane, Süleymaniye’den bir güzel esinti bağrında saklı, güzel ulu bir mabed Taksim’in, İstanbul’un hakkıdır. Medeniyetimizin, inancımızın evrensel seslenişi, nakış nakış Allah’a olan teslimiyetimiz her bir zerresine işlensin diye bir güzel mabed rüyası görmeye başladık bile. Rabbim tamamına erdirsin inşallah.
*Âhir Zaman Notları (Okur Kitaplığı), kitabından alıntılanmıştır.