Kıtlama Çay
Erzurum’da eksi kırk derece soğukta, titreyen çenelerimiz, hayallerimizi kıtlıyordu... Buz tutan lastik çizmeler ayakları, küçücük omuzların eve su taşımasından omuzluklar omuzları, sıcağına kavuşmak istenen evin tokmağı eli kıtlıyordu. Asık yüzlü ihtilalcılar ise geleceğimizi; laiklik kisvesi altında da inanç değerlerimizi kıtlıyordular… Şehrin göbeğinde çamurlu yollar, elektriksizlik, susuzluk, doğu ve bazı bölgelerin üvey evlat muamelesi görmesi ise tüm umutlarımızı kıtlıyordu…
O zamanlar işte usta sopalı, okul, ev sopalı ve de
sokaklar sağlı – sollu sopalıydı… Biz bu
ve benzeri kıtlanırken, öncekilerin ne ısırıklar yaşadığını tahmin etmek
elbette zor değildir. Darağaçları imanlı hocaların, Allah ve Kur’an
diyenlerin boyunlarını ısırmış, nefret dolu herifler, örtünen bacıların
örtülerini ısırmış, minarelerin “Tanrı uludur” tangırtısı iman edenlerin
kulaklarını ısırmış… Sadece Erzurum değil, memleketin her yanı kıtlanmış,
Anadolu insanı, kendince nefes alış şekilleri bulmuş. Ne dersiniz? Asırlar
öncesinden bu güne tüm yaşanan acılar kıtlama çayla bir avuntu, bir nefes alma
şekli miydi?
Dört
bir yandan ısırılan Dadaş’ım, şekeri kıtlamadan mı çay içecekti?
Üstelik o yokluklarda ve karne günlerinde, daha öncesinde ise savaşlarda,
Moskof mezaliminde, bin bir güçlükle ele geçirilen şeker, çaya atılarak şerbet yapılır
mıydı? Çay hem şerbet olmayacak, hem de
küçük ısırıklarla ağızda ve sabırla muhafaza edilecekti. Muhafazaya
çalışılan o küçük ısırıklı şeker parçası duyguları tatlıca saracak, bu küçük
mutlulukla büyük şükürler yapılacaktı ve her ne yaşanmışsa yaşanmış devlet hep
baş tacı edilip, bekasına dua edilecekti…
O zamanlar anamdan ve başkalarından sıkça duyduğum
bir söz vardı: “Kazi tutirem bilik
kaçir; biliği tuturem kaz kaçir.” Yani çayı bulsak şekeri bulamazdık;
şekeri bulsak çayı bulamadığımız olurdu. Kuru üzümle çay içtikleri bile
olurmuş. Nadiren iki yaka birleşir, yine nadiren azalan eksiklik yüz
güldürürmüş.
Erzurumlu
Dadaşım, iki bin metrenin üzerinde yaşarken, çok daha yüksek rakımda olan
hayallerine kavuşamadıkça, oksijeni çay olur, siteminin ve öfkesinin nabzı ise
çok yüksek olur. Bardağını alır, şekeri kıtlar ya
uzaklara dalar, ya da çok yakınanda ama çok uzak olanın düşünü çayla beraber
yudumlar… Bazen sohbete bir demlik
yetmez, sohbet lokomotifine demlikler vagonları takılır ve her çay muhabbetin
vitesini arttırır… O uzayan sohbetlere sonunda tevekkül ağırlığını koyar, her şeye rağmen, geleceğe ümitle bakılırdı.
Dilde; “Mevlam Görelim Neyler Neylerse Güzel Eyler” tekrar ederdi.
Eksi
kırklarda ki soğukta, camii şadırvanlarında, buz sarkıtları arasından akan suyla
alınan abdest, titreyerek kılınan namaz, her şeye rağmen hiç ümit yitirilmediği,
Allah’la dostluğun sıkı tutulduğunu gösterirdi.
Elbette doğuda bazı yerlerde Erzurum gibi çay içer ve Erzurum gibi kulluğu
soğuğa teslim etmezdi. Vatan düşmanı çakallara ise asla yüz verilmezdi…
Küçükken özellikle soğuklarda ve özellikle sabah
namazlarında yapılan dualar da adeta kıtlanarak yapılırdı. Zaten ancak öyle bir
rakımda ve öyle soğuklarda candan ve içten kıtlanarak, titreyerek yapılan dua
Erzurumluyu o topraklarda tutundurdu gidenlere rağmen… 50 yıl öncesinde, bütün
şartlar Erzurumlu dadaşımın aleyhine idi ama tekrarlayacak olursak: Asla ilgi
göstermeyen ve el uzatmayan devlete küsmedi ve de sırt dönmedi. Dadaşım hırsını kıtladığı şekerden aldı.
Çayını içti, demlik demlik çayını ve hep: Allah kerim dedi…
En son geçen sene gittiğimde, Erzurum gerçekten
şehir olmuş, gerçekten hizmet görüyor kısaca her şey olumlu yönde değişmiş.
Değişmeyen şey: Dadaşım şekeri keyifle kıtlıyor, keyifle demlik demlik çay
bitiriyor ve yapılan hizmetler için kıtlayarak teşekkür ediyor ve kıtlayarak
yürekten şükrediyorlar…