Kitap molası XXXVII; Taşların fısıldadığı
Çiftlerin edebiyatçı oluşları ve dayanışmanın güzide örneğiyle
karşımızda duruşları, kâinatın güzel motifleri arasında gıpta duyduğum
detaylardan… Öykü kitapları yanında yayın hayatına kazandırdıkları Güfte
Edebiyat dergisindeki istikrarlı ilerleyişleri Ayşe Ay ve Veli Ay
çiftini özel bir alan içinde değerlendirmemi sağlıyor. Yakın zaman önce çiftin
imzalı kitapları ve dergilerin Temmuz-Ağustos ile Eylül-Ekim sayıları tarafıma
ulaştı. Söze öykülerini çok beğendiğim Ayşe Ay’ın Taşların Fısıldadığı adlı
eseriyle başlamak istedim. Gök mavinin eski evlerin üzerindeki
hâkimiyetiyle iç ısıttığı, ev akislerinin kaldırımları ıslatan su
birikintisinden konuştuğu nostaljik bir kapak tasarımı ile selamlıyor okurunu
kitap. İlk öyküsü
“Frekans” su gibi yumuşak bir seslenişin sıcaklığıyla içimizi sarmalıyor. Ayşe
Hanım’ın bu ilk öyküsünde bir erkek ben’inden bir kadına olan duygularını
anlamlandırması ve okuru dikiş makinası başında beliren kadının yorgun
bakışlarının yansıdığı atmosfere taşıması oldukça başarılı görünüyor bana. Bu
ilk intibaın ince, uzun, genç edalardan geçerek olgun bir yaşanmışlıkta
durması, üstelik bunun süssüz ve doğal cümlelere yaslanarak gerçekleştirilmesi değerli.
Taşların Fısıldadığı’nın
sunduğu öyküler sakin, açık bir dil tercihinde duruyor. Her birinin empati
yetisi yüksek ve okurun akla gelmeyecek canlılar ve nesneler üzerinden empati
kurmasına imkân tanıyor. Örneğin kitabın ikinci öyküsü “Kafeste” kaburgaları
kırık bir kızın serüvenini bir kafes kuşu üzerinden tanımlıyor. Her ikisinin de
kafese hapsedilen öyküleri onların dünya üzerindeki en büyük ortaklıkları...
Nitekim kitabın “Şimdi Biz” adlı öyküsü de “şehirlere ölüm taşıyarak
öldürmekten yorulmuş savaş suçlusu kara tren”in bakış açısından sesleniyor “hayatı
savaş meydanı olarak gören” komutana. Ayşe Hanım’ın öykülerindeki nesneler
kişileştiriliyor böylece; anlatıcı onların gözünden insana bakıyor, “kendi
akşamına dalmış şehirlerin” nasıl göründüğünü onların gözünden anlatıyor. Hayatta en çok kazandığı savaşlarda
kaybedecek olan adama seslenen ağrılı trenin serzenişiyle öykülerin taşıdığı
barış ve insanlık mesajı netlik kazanıyor.
Benim içim en
etkili çalışmalarından olan “Neroli” ise portakal çiçeği kokan bir aşkın
hikâyesi. Bir anne, bir kız öğrenci, bir coğrafya öğretmeni, selamlar, selama
duvar duruşlar, tavan arasında saklanan mektuplar, yaşanmamış bir ömrün
tortulaştırdığı ve ciğerde biriktirdiği hıçkırıklar... Bütün bunların
istikametinde yürüyen bir üslup zarafeti… Nesnelerin intak sanatı üzerinden
konuşturulmasının, duyulmasının, koklanmasının başarılı örneklerinden birini
de “Salıncak” isimli öyküsünde sunuyor
bize yazar. Burada iki çocuklu ve dul bir hanım olan Nurgül’ün salıncak ipi
üzerinden gözlemlenmesi ve ölümünden kendini sorumlu tutan ip’in içselleştirdiği
süreç hikâye ediliyor.
Kitaba adını veren
“Taşların Fısıldadığı” ise onun onuncu öyküsü. Öyküde hukuk fakültesinden mezun
olma noktasındaki bir gencin hatıralarından aktarılıyor onun gözlemleri. Gölge
oyunlarının çocuk muhayyilesine yüklediği düşünce ve duygu çeşitliliği
üzerinden mahallenin saf Hatice’sine giden hakikatin pencereleri
aralanıyor. Bizleri “kalbi rüyada kaybettiği
davanın tesiriyle sarsılan” o genç hukukçunun mahallesine götürüyor, çocuk
aklıyla seneler içinde anlamlandırdığı ve artık hiçbir mahkemenin
çözümleyemeyeceği vicdan çıkmazına...
Ayşe Hanım’ın
cümleleri sade ve duru. Belki de cümlelerin kısalığından ötürü kullanılan
imgeler okuru yormuyor. Dil kullanımı arı bir ırmağı çağrıştırıyor. Üstelik
sanatsal özellikleri son âna dek muhafaza ederek. Ancak genç bir kadının mektup
hüviyetine giren “İsimsiz” adlı öyküde “de” ve “ki” ekleri ile birlikte soru
eklerinim ayrımında, yazım kurallarında hatalar olduğu fark ediliyor
(romanlarda- romanlar da, o anda-oanda, hepsimi, bu senmisin, sende, kocanlada,
fenamı, haksızda v.d.) Muhtemelen yazar, liseden sonra okuyamadığı vurgulanan anlatıcıyı
daha gerçekçi bir noktaya taşımak için bunu yaptı ancak ben yine de lise
seviyesi için abartılı bulduğum bu yanlışlar hususunda yazara küçük bir
hatırlatmada bulunmuş olayım. Akabinde gelen “Damat Bey” adlı öykü de “İsimsiz”in
tamamlayıcısı. Bir önceki öyküde genç kızın perspektifinden takip ettiğimiz
silsileyi annesi üzerinden okuyoruz bu defa. İki farklı başlık altındaki iki ayrı
çalışmanın aynı denize akması, hayli sıra dışı…
Kitap ağırlıklı olarak
durum öykülerinden oluşuyor. Yazarın izlenimleri, çağrışım dünyasının
zenginliği hikâyeleri ucu açık bırakıyor. Örneğin sadece birkaç sayfada
anlatılan vapur yolcuğu “Eskide Kalan” adıyla musikinin, resmin, Orhan Veli,
Yahya Kemal ve yazıcının sahip olduğu denizin ve şimdinin motiflerini taşıyor okur
zihnine.
Taşların Fısıldadığı, uzunca bir mekân öyküsüyle
yapıyor kapanışını; terk edildiği hâlde dönülen bir şehrin, his yordamıyla yoklanan
binaların, bir terzi dükkânının, bir dikiş makinasının ve bir iç hesaplaşmanın
öyküsü; “Yabancı”. İnsanın bir gün terk edeceği hiç bir insanı sevmemesi
gerektiğini fısıldıyor.
Kitabı okuduktan
hemen sonra, Ayşe hanımın ilk baskısını 2021’de gerçekleştiren Yol
Yorgunu isimli eserini elime aldım ve kitapları kronolojik bir sıra
takibi yapmadan okumaya başladığımı fark ettim. 168 sayfalık Yol
Yorgunu, diğer esere nazaran daha uzun öykülerden oluşuyor. O kadar ki
adını aldığı ilk öykü “Yol Yorgunu” onun üçte birlik kısmını ihtiva ediyor ve
bu hacimde bir kitaba yedi öykü sığdırılmış. Taşların Fısıldadığı’ndan
önce çıkmış olmasına rağmen bu kitabı da onun kadar başarılı bulduğumu söylemek
isterim. “Yol Yorgunu” Nihal’in, siyah passatın ve Kerim’in bakış açısını içeren
üç boyutlu bir yolculuğun sözcülüğünü yapıyor. Bir aşkın, ikilemin ve kaçışın
öyküsünde insanla nesne arasında kurulan rabıta hayli dikkat çekici. Pek çok
mesaj taşıyan bu merak uyandırıcı çalışma her şeyin er geç hak ettiğinin
yanında yer aldığı üzerinde düşündürüyor. “Pelit Ağacı” ile köyden şehre göçen
ve avlusu geniş iki odalı bir haneyi Konya’nın en gözde evlerinden biri hâline
dönüştüren Vahit Bey’le Şerife hanımın ibretlik serüveni konu alınıyor. Öykünün
ilk yarısında ana karakter olduğu düşünülen azimli ve çalışkan Vahit Bey’in
ağırlığı ikinci yarıda yerini vakarıyla, sabrıyla, sükûtuyla Şerife Hanım’a
bırakıyor. “Teslime”de zorlu bir çocukluk ve ilk gençlik döneminin ardından
mutlu zamanlar yaşayan bir köy kadınının duyguları, “Akrep Kavanozu”nda bir
fabrika işçisi olan Gülsemin’in dünyası, duyguları ve eşiğinde durduğu hayat,
“Tablo”da ataması gerçekleşen sanatkâr bir ruhun zihniyetlere olan
bakışı, “Dönüş” te 67 yaşında geçirdiği kaza sonucu hastane odasında yaşam
savaşı veren kadının mücadelesi bilinç akışı tekniğiyle yazılıyor.
Selam ile.