Kitap Molası VII
Pazartesi. Mustafa Uçurum’un Şule Yayınları’ndan çıkan son kitabı var elimde. Uçurumda Bir Gömü, Mayıs 2020, öykü. 160 sayfa, içerisinde otuz çalışma var. Mavi-gri bir kapakta yüzüne ışık vuran bir çocuk; sırtını dönmüş okura, yüzünü aydınlığa… Kapağın sağ alt tarafına beyaz bir kuş iliştirilmiş. Güvercin mi? Daha çok üzerine kar yağmış bir serçeye benziyor. “Bir de ince nehir koysalarmış bu kapağa” diyorum. Uzak bir rüyayı hatırlar gibi hatırlıyorum.
Sene 2014. Akşam şiir programı olacak. Kiraz bahçelerini geziyoruz Tokat’ın… Önde beyler, arkada hanım arkadaşlar kiraz topluyoruz dallardan. Mustafa Bey nehir kelimesi ile arasındaki ünsiyeti anlatırken dikkat kesiliyorum. Bu kelimenin vurgunu olduğundan, onu çalışmalarında kullanmayı nasıl sevdiğinden, biri nehir deyince ürperip irkildiğinden bahsediyor. En sonunda “nehirlerle, ırmaklarla aramızda gizli bir bağ, bir sır olmalı” diyor. Konu orada öylece kapansa da sohbetin içtenlik bırakan tesirinden şimdiye kadar neden fazlaca kullanmamış olduğumu düşünüyorum kelimeyi, Tokat’tan nehir kelimesini koyarak dönüyorum heybeme. Kalemimin nehri sevmesi o sohbete tekabül ediyor. Karşılaştığımız her insandan, uğradığımız her duraktan hep bir şeyler aldığımızı çoğunlukla muhatabı da bilmiyor.
Uçurumda Bir Gömü’nün ilk öyküsü “79K”. Tanıdık suretlerin, hayatların serüveni. Hikâyenin en güzel etkisi şiirselliği… Bitince “yerini yadırgamadan yaşayabilir mi insan?” sorusunu nakşediyor içimize. Buradan “Bi Polar Alabilir miyim?” adlı öyküsüne gidiyoruz şairin, bence kitabın en etkili öykülerinden… Hikâyenin orta yerinde çözemediğimiz bir soruyu hatırlamış hissiyatı yaşıyor, zor hayatlara yolculuk ediyor, her şeye rağmen umudun hep var olduğunu hatırlıyoruz. Algıda seçiciliğin öyküsü “Çizgi” den sonra Anarşist Domateste, bir dede ile torun sohbetinin gittiği mahzun durakta buluyoruz kendinizi, arka kapak da bu hikâyenin izlerini taşıyor. “Yansıma Sesler Korosu”nda Sait Faik’i özleyen bir sesle buluşurken “Doludizgin”de bizi tabiatın hâlleriyle karşılayarak at üzerinde güzel isimlerle buluşturan bir tavır duyumsuyoruz. “Hadi Gidin” giderken çağıran bir soluğu dolduruyor sadrımıza, samimi, lirik; “giderken bile ne güzel olurmuş insan, bir şiiri alıp yanıma giderken gülendam bir teselliyle avuturum kendimi: “Hadi gidin ve daha güzel gelin.” “Kırmızı Papyon” ile nasıl çocuksu bir telaşı adımlıyor unutkan ömrümüz. “Manav” da Anadolu’nun saflığı, “Mayko” da göç hüznü, “Püsküllü” de hasreti bereye sığdıran bir ince kavrayış, “Rahatı Kaçan Şair” de Melih Cevdet Anday, Neyzen Tevfik, Özdemir Asaf, Behçet Necatigil, Orhan Veli, “Resepsiyon” da bir yokluğun mahcup hâli, “Taşeron” da hafif bir rüzgâr, birkaç damla yağmur, bir nağme, hiçbir yerli olamama hâli, kuyu, camdaki gölge, soyut… “Üç dakika” iç monolog, aşk, sesini sessizliğe duyurma, kelimelerle örülü duvarlar, yazarın bir parça kendisi ama en çok sevdiği… “Vapur” da vapurdan ziyade İstanbul’un inceliklerini fısıldayan bir edâ: “İstanbul gibi yürümek. Kimseye aldırmadan, kalabalığın bile sesini duymadan, ezberlenmiş bir hayatı yaşıyormuş gibi yürümek İstanbul’a yakışıyor.” “Aziz Abi”, “Yarış”, “Yatsının Sünneti” ise gülümsetse de hep bir şiirden kopuşun öyküleri… Hemen burada Mustafa Bey’in bu kitabını önceki öykü kitabından farklı bulduğumu söylemeliyim, daha çok şiir ve öyküyü birleştirme temrinleri…
Perşembe. Nurcan Avcı’nın Şule Yayınları’ndan 2019 da çıkan ve Ali Ural ile birlikte yazarın köyüne, hayallerini uçuran salıncağına, ilk masallarının anlatıcısı dedesine, annesine, kızı Asude’ye ve daha merhametli bir dünyayı hak eden tüm çocuklara ithaf ettiği “Saklambaç Oynayan Robot”u 173 sayfadan oluşan çocuk kitabı. Çocuk denilmişse de masal tadında yirmi öyküyü ihtiva eden eserde büyüklere de ince, derin mesajlar var. Gayretin; samimiyet ve vefanın tezahürü olan bu eskimeyen dosttan, narin hanımefendiden gelen kitap armağanı beni mutlu ediyor. Açık sarı bir kapak, vatanlı olduğumuz sürece yüzü gönlümüze hep tanıdık gelecek bir çocuk profili, çocuğun adımları arasında yere uzanmış bir kedi. Bu Nurcan Avcı’nın gönül terini iki kapak arasına ilk sıkıştırışı, nice güzel başarıları ardına takacak ilk kitabı. Kitabın pek çok öyküsünü çocuklarımla sesli okuduk, sonra yorumlamaya çalıştık çünkü bazı hikâyeler bitmemiş hiç, hep zihnimizi meşgul edecek bir tesirle bekliyor. Kitabın ilk öyküsü “Gurme Keçi” koku hassasiyetinden ve titizliğinden dolayı farklı serüvenlere yelken açan ve nihayetinde yalnız dağları mesken tutan bir keçinin tatlı hikâyesini arz ederken “Güneşe Küs Ayçiçeği” bir çocuğun gözüyle hayatımızı ve önceliklerimizi yeniden gözden geçirmemizi sağlıyor; çiçekler ve anne. “Kaybolan Oyuncaklar”la babaanne ve torunun munis ilişkisine çeviriyoruz bakışlarımızı. “Bütün Şıklar Necati” de arkadaşına odaklanan ateşli bir çocuğun psikolojisine yolculuk ediyoruz. “Monitör Böceği” ekrana hapsolmuş bir canlının hâlini ironik bir dille sunuyor. “Harfleri Gagalayan Kuşlar” da kardeşine kurabiyelerle yardım etmeye çalışan bir ağabeyi, “Neşeli Korkuluk”la bir korkuluğun tarlalardan çöp kutusuna, oradan çatı katına uzanan seyahatini, “Kardan Kız”la küçük bir kızın kar düşlerini, “Çamur Savaşı” ile mutlu ve savaşçı, kaygılı ve umutlu çocukluğumuzun izlerini, “Zeytin Ağacında Ninni Söyleyen Kuşlar”la lirik hasretimiz Kudüs’ü yudumluyoruz. Kitabın en sevdiğim öyküleri ise bir çocukların ince samimiyetinden doğan “Takıntı Oyunu” ile “Gelincik Tarlasında Kaktüs Olmak”
Hayatımızı güzelleştiren güzel kitaplar eksilmesin ve ömrümüz kitapların güzelliği içinde geçsin.
Selam ile