Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
28 Aralık 2021

Kişi olmak ya da olmamak

Toplumumuzda aidiyet algısındaki dengesizlikler, süreçte yaşanılan duygusal durumlar ve onun davranışa yansıyan boyutu, insanın kendisine aidiyetini, yani şahsiyet oluşumunu, aslında Allah’a, kendi aklına, kalbine ve vicdanına aidiyetini zedeleyen boyutlara ulaşmıştır.

Öte yandan bu dengenin doğru kurulduğu, doğru yaşanabilen bir aidiyet, insanın şahsiyet oluşumu için ne kadar gerekli!...

Herhangi sosyal aidiyet ortamında da bu tip sorunlar açıkça gözlemlenir. Belli oluşumların kendilerine özel şeriati, erdem, takva bildikleri, değerlendirme ölçütü kabul ettikleri yaşam alışkanlıkları, getirdikleri gelenekleri vardır. Kişi bu yakınlık ve aidiyet gereği Allah’ın yasaklamadığı pek çok şeyi sorgulamaksızın kendisine yasak kılar.

Yaşanılan hayata bakıldığında insan çok defa kendisine veya Allah’a ait değil, bir başkasına veya bir gruba aittir. Onun, onların emirleri ve yasaklarının kendisine tanıdığı bir dar alanda yaşamakta... Bu yüzden çoğu zaman gerçekte Allah’ın memnuniyeti ve-veya hemen arkasında kendisinden memnuniyeti, iç barışı pek arkada kalmakta...

Diğer yandan aynı insana/kendimize başka açıdan bakabiliriz. Benlikler memnun olsun diye, zaaflar tatmin olsun diye, ne kadar sevildiğini görmek için, yakınlara yaşatılan ekstra emir ve yasakları düşünebiliriz tam bu noktada.

Birileri memnun olsun diye, ait olduğumuz elalem için mesela, koca sülale diyebileceğimiz insanlık, millet, kendi yakın çevrelerimiz, ailelerimiz memnun olsun diye yaşıyor olduğumuz emir-yasaklar örgüsünü, gelenekleri veya çabucak benimsenmiş modernlikleri gerçekten Allah mı emretmiştir? Gerçekten vicdanın gereği midir bütün bu yaşananlar? Hepimiz gerçekten bu şekilde yaşamak istiyor muyuz? Yoksa uyum, geçim, böyle gelmiş, böyle gitsin duygusu, adet bu, gelenek bu, modernlik bu düşünceleri…bize istemediğimiz bir yaşamı dayatmış mı? Başta eş, arkadaş, anne-baba, kulüp, cemaat, grup ve bütün aidiyet ve yakınlıklar bu anlamda yeniden gözden geçirilebilir.

Dolayısıyla ilk cümlelerimiz şunlar olabilir.

Zaaflarımız yakınlarımıza eziyete dönüşen yasaklar getirmemeli, zaaflarımızı onlara birer erdemmiş gibi dayatmamalıyız. Aynı zamanda yakınlarımızın zaafları nedeniyle şahsiyetimizden, özgünlüğümüzden ve özgürlüğümüzden de olmamalıyız.

İlişkilerde; birinin özel zevkleri, zaaflarının artık zarara dönüşen uzantılarını diğerinin sonuna kadar yaşaması bir fazilet olamaz. Kişinin şahsi dokunulmazlıkları devreye girer ve zaten eşlik-dostluk fark etmez; bir insanı kişiliğinden eden bir beraberlik kişilikli bir beraberlik değildir. Öyle ki kişilerden birinin benliği ikinci ruha da yerleşmek istemekte ve bu haksızlık olmaktadır. Diğerinin benliğini, kişiliğini yok etmektedir.

Tahrim suresi buna değinir. Belki de, -yakınlarına iyiden iyiye yaklaşmak için kendinden uzaklaşmamalısın- der ve insanın yakınlıklarının onun şahsiyetini oluşturma ve geliştirmeye engel olmaması gerektiğini tembih eder.

Her insanın kendisine özel olarak geliştirdiği yaşam alışkanlıkları vardır. Mesafesiz yakınlıklarda bu iki farklı yaşam gelenekciği çarpışır. Bu çarpışmanın tarafların şahsiyetini zedelemeden gerçekleşmesi ve bir ahenge dönüşmesi gerekir. Ölçü ise taraflardan birinin koyduğu “şahsi şeriat” değil, iki tarafın da uyduğu ilahi değerler olmalıdır. Aslında ölçü bellidir. Açık ve seçik.

Bir şeyi Allah sana helal kılmışsa veya selim bir vicdan meşruiyeti söz konusu ise yakınını memnun etmek için yakınının özel yasaklarına, özel şeriatine, zaafkar şeriatine/kuralcıklar disizine uyarak kendini kısıtlamamalısın. Fakat bu kısıtlamalar sevginin gereği olarak ve iki tarafın da birbirine doğru yaklaşma sürecinde gönüllü olabiliyorsa ne ala. Zannediyorum ki Allah sevginin ve ahengin arasına girmez. Çünkü onların kaynağıdır. Fakat ne zaman üzülsek biz O’na şikayette bulunuruz. İşte bu yüzden yakınlıklarımızda da O’nun belirlediği ilkelere göre bir aidiyet yaşarsak daha şahsiyetli, daha mutlu oluruz.