Kişi olmak ya da olmamak
Toplumumuzda aidiyet algısındaki dengesizlikler, süreçte yaşanılan duygusal durumlar ve onun davranışa yansıyan boyutu, insanın kendisine aidiyetini, yani şahsiyet oluşumunu, aslında Allah’a, kendi aklına, kalbine ve vicdanına aidiyetini zedeleyen boyutlara ulaşmıştır.
Öte yandan bu dengenin
doğru kurulduğu, doğru yaşanabilen bir aidiyet, insanın şahsiyet oluşumu için
ne kadar gerekli!...
Herhangi sosyal aidiyet
ortamında da bu tip sorunlar açıkça gözlemlenir. Belli oluşumların kendilerine
özel şeriati, erdem, takva bildikleri, değerlendirme ölçütü kabul ettikleri
yaşam alışkanlıkları, getirdikleri gelenekleri vardır. Kişi bu yakınlık ve
aidiyet gereği Allah’ın yasaklamadığı pek çok şeyi sorgulamaksızın kendisine
yasak kılar.
Yaşanılan hayata
bakıldığında insan çok defa kendisine veya Allah’a ait değil, bir başkasına
veya bir gruba aittir. Onun, onların emirleri ve yasaklarının kendisine
tanıdığı bir dar alanda yaşamakta... Bu yüzden çoğu zaman gerçekte Allah’ın
memnuniyeti ve-veya hemen arkasında kendisinden memnuniyeti, iç barışı pek
arkada kalmakta...
Diğer yandan aynı
insana/kendimize başka açıdan bakabiliriz. Benlikler memnun olsun diye, zaaflar
tatmin olsun diye, ne kadar sevildiğini görmek için, yakınlara yaşatılan ekstra
emir ve yasakları düşünebiliriz tam bu noktada.
Birileri memnun olsun
diye, ait olduğumuz elalem için mesela, koca sülale diyebileceğimiz insanlık,
millet, kendi yakın çevrelerimiz, ailelerimiz memnun olsun diye yaşıyor
olduğumuz emir-yasaklar örgüsünü, gelenekleri veya çabucak benimsenmiş
modernlikleri gerçekten Allah mı emretmiştir? Gerçekten vicdanın gereği midir
bütün bu yaşananlar? Hepimiz gerçekten bu şekilde yaşamak istiyor muyuz? Yoksa
uyum, geçim, böyle gelmiş, böyle gitsin duygusu, adet bu, gelenek bu, modernlik
bu düşünceleri…bize istemediğimiz bir yaşamı dayatmış mı? Başta eş, arkadaş, anne-baba, kulüp, cemaat,
grup ve bütün aidiyet ve yakınlıklar bu anlamda yeniden gözden geçirilebilir.
Dolayısıyla ilk
cümlelerimiz şunlar olabilir.
Zaaflarımız yakınlarımıza
eziyete dönüşen yasaklar getirmemeli, zaaflarımızı onlara birer erdemmiş gibi
dayatmamalıyız. Aynı zamanda yakınlarımızın zaafları nedeniyle şahsiyetimizden,
özgünlüğümüzden ve özgürlüğümüzden de olmamalıyız.
İlişkilerde; birinin özel
zevkleri, zaaflarının artık zarara dönüşen uzantılarını diğerinin sonuna kadar
yaşaması bir fazilet olamaz. Kişinin şahsi dokunulmazlıkları devreye girer ve
zaten eşlik-dostluk fark etmez; bir insanı kişiliğinden eden bir beraberlik
kişilikli bir beraberlik değildir. Öyle ki kişilerden birinin benliği ikinci
ruha da yerleşmek istemekte ve bu haksızlık olmaktadır. Diğerinin benliğini,
kişiliğini yok etmektedir.
Tahrim suresi buna
değinir. Belki de, -yakınlarına iyiden iyiye yaklaşmak için kendinden
uzaklaşmamalısın- der ve insanın yakınlıklarının onun şahsiyetini oluşturma ve
geliştirmeye engel olmaması gerektiğini tembih eder.
Her insanın kendisine özel
olarak geliştirdiği yaşam alışkanlıkları vardır. Mesafesiz yakınlıklarda bu iki
farklı yaşam gelenekciği çarpışır. Bu çarpışmanın tarafların şahsiyetini
zedelemeden gerçekleşmesi ve bir ahenge dönüşmesi gerekir. Ölçü ise taraflardan
birinin koyduğu “şahsi şeriat” değil, iki tarafın da uyduğu ilahi değerler
olmalıdır. Aslında ölçü bellidir. Açık
ve seçik.
Bir şeyi Allah sana helal
kılmışsa veya selim bir vicdan meşruiyeti söz konusu ise yakınını memnun etmek
için yakınının özel yasaklarına, özel şeriatine, zaafkar şeriatine/kuralcıklar
disizine uyarak kendini kısıtlamamalısın. Fakat bu kısıtlamalar sevginin gereği
olarak ve iki tarafın da birbirine doğru yaklaşma sürecinde gönüllü
olabiliyorsa ne ala. Zannediyorum ki Allah sevginin ve ahengin arasına girmez.
Çünkü onların kaynağıdır. Fakat ne zaman üzülsek biz O’na şikayette bulunuruz.
İşte bu yüzden yakınlıklarımızda da O’nun belirlediği ilkelere göre bir aidiyet
yaşarsak daha şahsiyetli, daha mutlu oluruz.