Dolar (USD)
35.22
Euro (EUR)
36.82
Gram Altın
2977.17
BIST 100
9756.82
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Kırları odalara feda etmek

Kaybettiklerimizin kıymeti onları tekrar bulup bulamayacağımız ile ölçülür. Bir daha bulamayacaklarımızın kıymeti her zaman, bulma ihtimali olanlardan daha fazladır. Gördüğü güzel bir rüyayı hayatı boyunca unutmaması, arada bir hatırlaması gibi durup durup geçmişi hatırlıyor insan. Geride kalan, bir daha gelmeyecek olan dünyayı… İnsanın bir büyünün içine düşmüşçesine her ayrıntısına hayranlıkla baktığı, gözlerini ondan ayıramadığı bir rüya alemiydi gerçekten de geride kalan…

Bu sabah, tam da böylesi güzel bir havada, kuş seslerine eşlik eden ve geçmişten uçup gelerek zamanın tam da bu noktasına konan huzur Anton Çehov’un “Kırda Bir Gün” adlı öyküsüyle birleşince ne vakittir hayatın bir parçası olmaktan çıkmış, kelimenin gerçek anlamıyla bizi terk ederek düşlerin vadisine çekilmiş o rüya yeniden canlandı gözümün önünde. Tuhaf bir tesadüftü bu. İçinde bulunduğu sıkıntılar nasıl güzel bir rüyayı olduğundan daha harika gösteriyorsa salgın ile birleşen doğaya sığınışın da öylesi bir tadı var. Dört duvar arasına sıkışınca ufku da daralıyor insanın. Doğadan zorunlu kopuş, insan doğasını büzüştürüyor. Dışımızdaki doğa ile insan doğamız arasında muhakkak kopmayan bir bağ var. Bir şiirin birbirini tamamlayan iki mısrası gibi. Salgın süreci boyunca, dört duvar arasına sıkışmışlık duygusu, kapalı mekana özgü hem bedensel hem de ruhsal tutukluğu beraberinde getiriyor, insanda sevimsiz, hantal, yaşama sevincini alıp götüren kötü duygular peyda ediyor. Oysa insan az bir başını dışarı uzatıp doğanın sesini dinlemeye başlayınca bütün bu ağırlık uçup gidiyor. Buna bir de haziran ayına özgü duruluk ile insana hayatı olduğundan daha çekilebilir kılan Çehov hikayeleri eklenince kısa süreliğine bile olsa hayatın yükü insanın üzerinden kalkıyor.

Her hikayesi ayrı bir ders niteliği taşıyan Çehov’un bu hikayesinde de görünür haliyle dünya ile insan arasındaki sağlıklı ilişki, satır aralarında da mutluluğun şifreleri yer alıyor. Hikaye olabildiğince basit, sıradan bir günü konu alıyor aslında. Ama değil mi ki dikkatle bakıldığında yapaylıktan bütünüyle soyutlanmış basit de muhteşemdir? Belki de Çehov’un bu hikaye üzerinden bize anlatmaya çalıştığı şey, tam olarak bu: Basit muhteşemdir…

Sabahın saat dokuzunda başlıyor, gecenin bir vakti sona eriyor hikaye. Bir köyde, altı yaşlarında kadar görünen küçük dilenci kız Danilka telaş içinde amcası Terenti’yi soruyor köylülere. Kendisine bir ağaçkakan yumurtası almak isterken elini ağacın kovuğuna sıkıştıran kız kardeşinin ormanın ortasında yapayalnız kaldığını ve kurtarılması gerektiğini söylüyor amcasına. Küçük kızı kurtarmak için beraberce yola koyuluyorlar. Tarlalardan, bağlardan, bahçelerden, düzlüklerden, su kenarlarından, yani aslında artık olmayan bir dünyanın el dokunulmamış doğasının tam ortasından geçiyorlar. Bulutlar, hafif çiseleyen yağmur, arada bir kendini gösteren şimşekler, kuşlar, kuş sesleri, karıncalar arasında küçük kızın bulunduğu yere varıyorlar, kızı kurtarıp tekrar aynı cennet betimlemeleri arasında köye doğru yola koyuluyorlar. Köye dönüş de en az ormana gidiş kadar eğlencelidir. Çocuklar, her zaman olduğu gibi amcalarını soru yağmuruna tutarlar ve anlatıcı şöyle der: “Terenti ne sorulursa sorulsun cevapsız bırakmıyor. Terenti’yi müşkül duruma sokacak tabiatın hiçbir sırrı yoktur. Her şeyi biliyor, tarlalardaki otların hepsini, hayvanların, taşların adlarını. Hangi otlarla hangi hastalıkların tedavi edildiğini, atın veya ineğin kaç yaşında olduğunu hemen biliveriyor. Güneşe, aya, kuşlara bakarak ertesi gün havanın nasıl olabileceğini söyleyebiliyor. Bu kadar akıllı olan yalnız Terenti değildir, Silenti Siliç de, meyhaneci de, sebzeci de, çoban da, hatta bütün köy onun kadar biliyor. Bu adamlar bütün onları kitaptan değil, tarlalarda, ormanda, ırmak kenarında öğrenmişlerdir. Öten kuşlardan, arkasında erguvani bir renk bırakıp batan güneşten, ağaçlardan, otlardan öğreniyorlar bunu.” Sanatçı sezgisiyle Çehov bize, kaybolmakta olan bir dünyanın resmini emanet bırakıyor. İnsan ile doğanın konuştuğu ortak dilden haber veriyor. Doğanın çocuğu olan insanı onun nasıl bir anne gibi kucağında büyüttüğünden, çocuğun da annesini incitmemek için nasıl ona özenle yaklaştığından bahsediyor. Geride kalan, yitirdiğimiz ve bir daha asla bulamayacağımız yitik cennetimizden… Üstelik çocuklar hem öksüz hem yetimdir. Köye varırlar ama kaldıkları yer bir samanlıktır. Karınları açtır, gündüzden kalma yorgunluk bedenlerini ateşlendirir ama yine de gram şikayet etmezler hallerinden. Bütün bunların arasından yol bulup hayallere dalıyor küçük kız: “Gözlerini karanlığa dikiyor, gündüzün gördüğü şeyleri, bulutları, parlak güneşi, kuşları, balıkları, uzun boylu Terenti’yi gene görür gibi oluyor. İntibaların çokluğu, yorgunluk, açlık, hepsi birden hücum ediyorlar. Vücudunu bir ateş kaplıyor, bir yandan öbür yana dönüyor. Şimdi karanlıkta gördüklerini, ruhunu heyecana getiren ne varsa onları anlatmak istiyor ama kime anlatsın? Fiokla daha çok küçük, kendisini anlayamaz. ‘Yarın sabah Terenti’ye anlatırım’ diye düşünüyor. Çocuklar, evi barkı olmayan kunduracıyı düşünerek uykuya dalıyorlar. Gece olunca Terenti usulcacık onların yanına geliyor, başlarının altına ekmeklerini koyuyor. Bu sevgiyi kimsecikler görmüyor. Belki yalnız, delik saman damından metruk ambara bakan ay görüyor.” İnsan görmese de doğanın gördüğü bir sevginin dünyası idi o. Aç olunsa da huzurun göz kapaklarına her gece uyunmadan önce şöyle bir dokunduğu dünyaydı ve biz onu kaybettik.

İçindeki huzuru takas edeceğin nesi var ki dünyanın? Kırları odalara feda ettik, daha ne olsun?...