Kinlerinde boğuluyorlar!..
AFAD Başkanı Mehmet Güllüoğlu, "Allah'ım sana binlerce kez şükürler olsun, Elif yavrumuzu da canlı olarak çıkardık." diyor.
Elif Bebek’in anneannesi ve dedesi “Allah’ım çok şükür, dualarımız kabul oldu.” diyerek gözyaşı döküyor.
Kalbimiz, ellerimiz, gözlerimiz duada…
“Arama- kurtarma ekibinde” görev yapan vatan evlâtlarımızın enkazın altındaki vatan evlâtlarımıza ulaşmasını beklerken, birilerinin bambaşka dertler içinde olduğunu görmenin hüznünü, öfkesini yaşıyoruz.
“Bir kesim”, hem de “tehlikeli boyutlara” varan şekilde “kalabalıklaşmış” bir kesim, öylesine “kin ve nefret” fırtınası estiriyor ki…
“Yüce Allah, bu aziz milleti, her 10 yılda bir darbe yaptırmaya alışmış ve bunu artık beceremediği için iyice çıldırmış haldeki bu zihniyetin eline düşürmesin!” demekten alamıyoruz kendimizi.
Mesele, sosyal medyadaki “isimsiz” trollerin abuk sabuk paylaşımlarından ibaret olsaydı, yaşananları görmezden gelebilirdik.
Ne yazık ki, yaşını başını almış, “koca koca” koltuklarda oturan “insan”lar, bu “trol güruhuna” öncülük ettiler.
Depremin meydana gelişinden kısa bir süre sonra, sapasağlam kamu binalarını “yıkılmış” gibi gösterdiler, “devletin enkazın altında kaldığını” iddia ettiler.
İlgili kurumlar, binaların güncel hallerinin fotoğraflarını yayınlayıp iddiaları yalanladığında ise, işi pişkinliğe vurdular.
Nasıl olsa olan olmuştu, “çok takipçili” hesapları olan bu “ağır top”ların attıkları çamurun izi kalmıştı.
“Kamu”dan birileri o izleri silmeye çalışırken, başka başka saldırılar geldi.
Bazı “ağır toplar” da çıkıp, AFAD çadırlarından sadece depremzede olduğunu belgeleyenlerin faydalanabildiğini filan iddia etti.
Bu “iddia” yalanlanıncaya kadar nice “yorum” sahibinden “yönetime” hakaretler, küfürler yağdı.
Bunların bir kısmı “yalanlama”dan sonra da devam etti.
Dert “İzmir” değildi, “deprem” değildi, enkazdan çıkarılmayı bekleyen yavrucaklar değildi.
Öylesine değildi ki…
Bir başka “ağır isim”, tuttu, canla başla çalışan “arama-kurtarma görevlilerine” saldırdı.
Onların “kurtarma kültürü” almadıklarını iddia ederek, enkazın altındakilere zarar verecek “olumsuz mesaj dalgası” oluşturmaya çalıştı.
Tahmin edersiniz, bu dalgayı büyütecek çok sayıda “agresif” takipçi vardı.
Bunların “Konvansiyonel Medya” organlarına baktık…
Oralardan da, sosyal medyadaki “algı operasyonlarına” destek veren, kimi zaman da öncülük eden “yalan haberler” yükseliyordu.
“İzmir’in yerel yönetimine” toz kondurmayan bu zihniyetin, “depremin acısı”yla zerre ilgili olmadığı ortadaydı.
“İzmir’in dağlarında çiçekler açar” gazlarıyla kitle motive eden bu zihniyet, “İzmirlinin derdini” bir kenara bırakmış…
“Buradan ne kadar politik sonuç üretebiliriz?”in derdine düşmüştü.
Bütün bunlar olurken, bizim kalbimiz, gözümüz, kulağımız enkaz altındaki insanlarımızdaydı.
Açlıklarını, susuzluklarını, uykusuzluklarını unutan fedakâr, cefakâr vatan evlâtlarının, “bir canın daha kurtulmasına vesile olmaları için” dua ediyorduk.
Elimizdeki sosyal medya vasıtalarından istifadeyle, “müspet mesajlar” göndermeye çalışıyorduk.
Bütün bunlar olurken, her dakika “bir başka kuyruklu yalanla” beslenen “çirkin kampanya” ara vermeden devam ediyordu.
“Bir imam ile bir kurtarma köpeğini” yanyana koyup, “Köpekler imamlardan çok daha faydalı!” diyebilecek kadar rezilleşen tiplere rastlıyorduk.
(İmam ile köpeği kıyaslayanın Kuran-ı Kerim’in işaret ettiği “Belhum Adâl” olduğundan ne şüphe!..
O güzelim hayvancağızın Allah vergisi kabiliyetinin
üzerinden “Din Düşmanlığı” yapan “Belhum Adâl!”)
Bunların gözleri o kadar dönmüş ki, İzmir’in büyük bir depremle sarsıldığını, nice vatan evlâdını kaybettiğimizi, yaralılarımızın şifâ beklediğini, enkaz altında kurtarılmayı bekleyen canlarımızın olduğunu zerre umursamaz haldeler.
“Yurt dışından sosyal medya malzemesi üretimi yapan malûm örgütler” tarafından hazırlanan sloganlar, görseller…
İçerideki “ağır topların” hesaplarından yayılan yalanlar…
Bugüne kadarki süreçte, depremin bile “politikaya” alet edilişini gösteren acı misaller olarak düştü önümüze…
PEKİ, HİÇ ELEŞTİRİLMESİN Mİ?
Bu görüşlerimizi ifade ettiğimiz dostlardan biri, şöyle bir soru yöneltti:
“Serdar Bey, tamam doğru söylüyorsunuz da, şu anda ülkeyi
yönetenler hiç eleştirilmesin mi?”
Ne münasebet efendim.
İktidar elbette eleştirilecek, elbette yanlışlarına, eksiklerine dikkat çekilecek.
Bunu yapmak “milli vazife”dir.
Eğitim, kültür, “kaba inşaatlaşma” alanlarındaki sıkıntılara biz de elimizden geldiğince dikkat çekmeye çalışıyoruz.
“Aileyi tahrip etmeyi hedefleyen Batı imalâtı kanunların, sözleşmelerin hâlâ yürürlükte tutulmasına” tepkimizi dile getiriyoruz.
Burada bahsettiğim “eleştiri” değil ama, burada resmen “yıkıcılık, bölücülük” faaliyetleri var.
Bakınız;
99 Marmara depreminde, birçok faaliyetine karşı olduğumuz bir “koalisyon” vardı iş başında.
O büyük depremin ilk günlerinde yazdıklarımıza dönüp bakıyorum…
Ortada çok vahim “çarpıklıklar”ın bulunmasına, “yönetim”in deprem alanına ancak üç, dört gün sonra ulaşabilmiş olmasına rağmen, bütün dikkatimizi “enkazdan kurtarma çalışmalarına” vermişiz.
Sivil toplum örgütlerimizin “yardım toplama kampanyalarını” duyurmak için elimizden geleni yapmışız.
“Yönetimi eleştirme, yönetime yüklenme” işini de, arama kurtarma çalışmalarının sonrasına bırakmışız.
Arada “farklı” işlere girenler de olmuş ama genel tavır buymuş:
“Önce can, önce canan!”
Şimdi ise, “İzmir yıkılmış yıkılmamış, hiç umurlarında değil, varsa yoksa çirkin politika” havası dikkat çekiyor.
Bu hava da bir Anadolu Evlâdı olan bendenizi çok rahatsız ediyor.
Ha öte yandan, şunu söylemesem de olmayacak:
Bu havanın böylesine yaygın olmasının “faturasını” da büyük ölçüde “siyasal iktidar”a çıkartıyorum.
Nasıl çıkartmayayım?
“Siyasal İktidar”, sürekli olarak “eğitimde başarılı olamadıklarını” söylüyor…
Böyle bir eğitim modelinden (ya da modelsizliğinden) böylesine “yaygın ve de çirkin” paylaşımlar çıkar elbet.
Şaşırayım mı?
Burhan Kuzu Hoca
Allah Rahmet eylesin, “koronadan kaybettiklerimize” eklendi Burhan Kuzu Hoca.
Kendisini, İstanbul Üniversitesi’nde genç bir asistan olarak görev yaptığı yıllarda tanımıştım.
“Medyatik” kişiliğini keşfeden ilk gazeteci ben olmuştum.
Yıl 1989.
Cuma Dergisi’ndeki röportajlarımız onun için “ilklerdi”, sonrasında işte, bildiğiniz “yükselişi” geldi.
Rahmetli, “Serdar Bey, beni bu işlere soktunuz, iyi mi yaptınız, kötü mü bilmem!” diye takılırdı bana.
Farklı bir tarzı vardı.
İzletmesini, dinletmesini bilirdi.
Açık sözlülüğünden ve açık tavırlılığından dolayı, İstanbul Üniversitesi’nde Hoca iken, çok zorluk çekti.
Doçentliğini de, profesörlüğünü de yıllar yılı engelledi malûm zihniyet.
O çetin 28 Şubat günlerinde “darbecilere” sert çıkardı.
Sonra, sonra politikaya atıldı.
Politika ona çok şeyler kazandırdı ama sağlığından “iç huzurundan” çok şeyler de aldı.
Ve kaçınılmaz son, hepimiz yolcuyuz bu dünyada.
Burhan Hoca, sevenlerinin “dualarıyla”, nefret edenlerinin ise “ağır hakaretleriyle” gitti bu dünyadan.
Ben, elbette “dua” tarafındayım.
Allah rahmet eylesin Burhan Hoca.
Yakınlarına sabr-ı cemil niyâz ederim.