Kimseye söz verme
Hayatın bütün akışı boyunca karşımıza çıkan/karşı karşıya kaldığımız konu söylem ve eylem arasındaki kopukluklar, ayrılıklardır. Halbuki sözde şunu tekrarlar dururuz. “Bir kere ne söz çıktıysa ağızdan, insanın özü onun emrine girmiş demektir.” Özü sözü bir olmak, olmanın, olgunlaşmanın tevhididir. Ve aslında her ayrılık da bu ilk ayrılıktan, ilk düğümün çözülmesinden kopup gelmektedir. Öyle ki şayet bu mesele; söz öz birliği bir halledilmiş olabilse, başka her mesele bir hal yoluna girmiş olacaktır.
Hey sen! He ben!
İnsan?
Madem yaşamayacaksın, öyleyse hiç söylemeyeceksin. Söylüyorsan da
yaşayacaksın bir güzel. Bir şeyi eylemeyeceksen ne diye söylersin?
Eylemeyeceksen söyleme!
Yani bir güzel verdiğin sözleri yapamıyorsan bunun çaresi var: Söz
vermemek!
Kendine veya inandığı değerlerin sahibine, verilen büyük hayat sözlerine
karşı dürüst davranmamakla başlıyor bu ergenliği insanın. Mesela dini, hayatı dosdoğru
yaşayacağını iddia eden, ama sonra bu kararlılıklarında zaaf gösteren herkesi
içine alıyor. Sonra kendince yüksek insani değerleri taşıyan ideolojilere
kalbini veren ve hep ona göre yaşayacağı sözünü veren herkesi de… Kim hayatını
ne ile anlamlandırmış ve hangi büyük sözleri vermişse kendine, hepsini
kapsıyor.
Hangimiz sözünde, mevzisinde durabildi? Hangi insan, insanlığında
durabildi. İnsanlığını terk etmeden kalabildi? Hangi insan işinde, gücünde,
konumunda, mesleğinde, pozisyonunda, branşında olması gerektiği gibi kalabildi.
Sözün konumu özdür. Konacağı ve kalacağı yer.
Söz-öz bütünlüğü ve örtüşmesi hayattır. Söze yakışan bir öze sahip olmak da
safiyet!
Öz önce gelmelidir sözden ki söz yabancı, iğreti durmasın. Belki önce
yaşamalıyız. Sonra söylemeliyiz.
Hep “Önce söz vardı!” denilir.
Sözden önce çok saf ve kendisine başka hiçbir söz uğramamış bir saflık
vardı.
Söz geldi saflık bozuldu.
İnsan sözü aldı. Fakat attı. Yaşamadı.
Söz yücelerden indi. Öz alçaklığa çıktı.
Belki sözün aceleciliğindedir sorun. Dilden önce halce söylenmemesi,
yaşanmamasıdır. İnsan sözlerini özüne bakarak söylese ve varsa dile getirse,
yoksa ses etmeyebilse, belki sükûnet sağlanır ve hayat yol alır. Ancak bu
mümkün görünmüyor. Söz edilip eylenen bir geçmiş beyanı değil, edilmek eylenmek
istenen geleceğin beyanı oluyor çok.
Söz, öze emri vakidir. Direktiftir. Dilektir. Beklentiyi ifade eder. Özü
ayağa kaldırır. Ve öze göndermedir.
Durum böyle olunca, dönüp kendimize, “Yoksa hepimiz hayatımızı üstüne
kurduğumuz sözlerin kaçağı mıyız? Diye sormalı ara ara…
birine güveniyor demektir. “Kendine dikkat et!” sözü belki de bu anlamdadır. Dikkatli ve tetikte olmalıdır insan kendisine, başkasından çok…
Özünü elden geldiğince sözüne bakarak doğrultma halindedir insan. Bu hal
olmuş bitmiş değil, aksine sürekli bir oluş halidir. Tekâmül yolculuğumuzun
özeti bu. Yüksek bir hayat öncesinde hayat kalitesini yükseltme deneyimlerinin
yapıldığı bir merkezde, dünyada yaşamaktadır şimdilik. Farklı ve yüksek özlerin
yaşayabileceği özel bir boyuta geçmeden evvel o boyutun şartlarına uygun hale
getirmeye çalışmalıyız kendimizi. Nitelikçe yükselemeyenler için alçak boyut
alanları da var. Pişmanlıklar. “Söylediğim halde neden eylemedimler” var.
İnsan orada veya diyelim ki; eninde sonunda boyunun ölçüsünü alacaktır.
Huyunun ölçüsünü…
Ve başkasına verdiğimiz sözler…
İnanan, güvenen insanların hüsranı olduğumuz zamanlar.
Malum; söz başlarken yerine getirme konusundaki samimiyet, sözün ilerleme
sürecinde unutulur, eskir, sıradanlaşır, basitleşir ve sözünün tersine bir
düşüş yaşar. Sözünden düşer özü.
Evlilik sözleşmelerinde, eşte, dostta, aşkta, sevgide… İş ortaklıklarından
tutun da bir yerde buluşmaya verilen sözlerde saatinde gelmemelere varıncaya
kadar düşmeye devam eder.
Yani hey sen ve hey ben! Sözü sarf etmeden önce iyi düşün. Yapabileceğin
bir şeyse ver gitsin. Ama söz gerçekleşinceye kadar başında dur tercihinin.
Bitir. Ve yeniden söz ver.