Kimseye Söylemeyin!
Bir mesaj bırakarak
ayrıldı. Acil toparlanıp yola çıktı. Orada olması lazımdı. Kendisine ihtiyaç
duyulduğunda, neresi olursa olsun, iki eli kanda olsa yetişirdi. Yine böyle bir
ihtiyaç duyuldu kendisine ve “Oradayım, geliyorum!” dedi.
Bir derde derman
olmak, bir yaraya merhem… Ne güzeldir bir dostunuzun olması. İyilik bir sırdır,
kalpleri açan anahtar, gönüllerin buluşması, birleşmesi için yoldur. Söylemek,
açığa çıkarmak yok eder iyiliği. Dostluk da böyle değil mi? Göstere göstere
yaşamak içtenliği, candanlığı yok etmez mi? Dostunuzun kalp ağrısını, o size
söylemeden, siz hissedersiniz, anlarsınız. Kimseye söylemeye gerek var mı?
O, hissetmişti,
anlamıştı ve düşmüştü yollara. Sadece bir arkadaşına mesaj bırakarak gitmişti.
Çağrılmadan, gel, sana ihtiyacımız var denilmeden, teklif karşı taraftan
gelmeden koşmak… Hasbîliktir bu davranış. Kaldı mı hasbî dostlar? Nasıldır
onların yüzü, kalbi? Onların kalplerinde merhamet yüklüdür. Bu yükü ancak bir
başka kalbe bırakırlar, sezdirmeden… O da sezdirmeden gitti, kalbindeki
merhametle çıktı yollara. Konuşulsun, duyulsun, bilinsin istemiyordu.
Göstermeden sevmek ne zordu. Görünmeden bulunmak ne kıymetliydi. Var mıdır
çevrenizde, görünmeden yanınızda bulunan, her zaman sizinle yol yürüyen dostlarınız?
Varsa sarılın onlara!
Ertesi gündü. Herkes
onu arıyordu. Haber alamıyorlardı. Telefonu kapalı idi. Ulaşamayınca herkeste
bir endişe hâkim oldu. Nerede bu? Başına bir şey mi geldi? Bu endişeli hâller
de güzeldi. Aranmak, sorulmak, yokluğunuzun fark edilmesi kadar sizi mutlu eden
ne vardır? Ancak “Kimseye söylemeyin!” notunu bırakarak gittiği için onun
nerede olduğunu bilen bir kişi dışında, dostları endişelenmişlerdi. Sizin
adınıza, sizi düşünen birileri varsa orada huzur vardır. Huzur ise tek kişilik
değildir. Şimdi dostları huzursuz idi. Bir eksikseniz onun yokluğunda kalbiniz
titrer. Sancı başlar içinizi kaplayan. Nazım’ın söylediği gibiydi her şey:
“Biz haber
etmeden haberimizi alırsın/ yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin/Gözümüzün
dilinden anlar/elimizin sırrını bilirsin/Namuslu bir kitap gibi güler/alnımızın
terini silersin/O gider, bu gider, şu gider/Dostluk, sen yanı başımızda
kalırsın.”
Dostluk
sofradır. Eksikseniz başlayamazsınız muhabbete. Her şey gider, tükenir de
dostluk kalır. Belki kuş kanadıyla
gitmişti, uçmuştu. Elinizin sırrını bilen dostlarınızla açamayacağınız kapı
olur mu? Açamayacağınız derdiniz kalır mı? Dert, nedir ki dert? Üzüntü,
hastalık, ur, ağrı… Bu mudur dert? Gözünüzün dilinden anlayanınız varsa kalır
mı dert? Peki, nerededir böyle eller, diller? Üzüntünüzü yüzünüzden silecek,
ağrınızı kalbinizden alacak, derdinizi dökecek dost nerededir? “Kimseye
söylemeyin!” diyen kalbin özellikleriydi bunlar. Ahmet Telli, “Kayıp bir adresten geliyor
sesin şimdi, üşüyorsun/Unutma dostumsun sen, neredeysen orda ölmek isterim!” diyordu. Şimdi
sormak gerekir: “Siz nerede ölmek istersiniz?”
Ölmek mi, kaçmak mı? Kaçılır mı bir dostun yarasını bırakıp. Sordu:
“Sizin için en önemli şey nedir?” Düşünmeden cevap verdi: “Unutulmak.” Peki, ne gerekiyordu bunun için. Bedri Rahmi
Eyüboğlu bunun cevabını vermişti: “Dostluk dediğin güzel bir kitap/Hava gibi/Su
gibi/Ekmek gibi/Vazgeçilmez bir tat/Sonuna kadar dayanmak şart/Dostluk dediğin
eşsiz bir kitap/Sevmediğin sayfaları varsa atla/Sayfayı kökünden yırtmak şart
mı”
O,
kimsenin bilmesini istemeden gitmişti. Nereye gittiği, niye gittiği belli
olmuştu. Orada ölmek içindi… Sevdiğiniz için ölümü seçmişseniz böyle dersiniz:
“Kimseye söylemeyin!”