Kimsesiz Aşk
Var ama yok;
gerçek ama hayal. Gönül bir derde düşer, kim demiş bir dert belki bin derde
düşer. Göstermek mi, görmek mi, aramak mı, bulmak mı? Bir dünya ki daldıkça
derinleşir, gittikçe uzaklaşır. Sanki çölde serap. Var mı, yok mu bilinemez.
Yeri gönüldedir gizli yolculuğun. Garip
kalmıştır aşk. Ve kimsesizdir.
Kimsesizlik,
sahipsizlik midir yoksa kimsenin müdahale edemediği özel bir alan mıdır? Ya da
kimdir asıl himaye eden? Kimse olmalı mıdır? Değil değil!
Şöyle ki bilinmeyen, anlatılmayan ve anlamını yitirmeyen bir
duygudur bu. Her şeyden ayrı, imtiyazlı bir hâl. Kimsesiz aşkın hâlleri
böyledir. Var ama yok!
Açık ve
âşikâr değildi. Meçhûl idi. O sebeple anlamı yüceydi. Hoyratça tüketilmiyor mu
ne varsa? İşte bu yerde mahrem olanı, gizli tutmaktır esas aşk. Sanılır ki
kimsesiz. Sanılsın ama bilinmesin; hissedilsin ama görülmesin. “Esrâra mahrem edecek kimse bulmadı/Zâtî
harîm-i aşkta kendi ile söyleşir.” diyor şair. Budur belki doğru olan. Kendi ile
söyleşmek… Kendi ile söyleşenin anlattığını kim anlar, kim nasıl bilir? Sevilen
bilmez mi?
Herkesin
bildiği, duyduğu, gördüğü anlamını yitirmez mi? Oysa anlam denizinde sefere
çıkmak gerek. Keşfe çıkar gibi uzun, upuzun yolculuk değil miydi aşka kavuşmak?
Ol sebepten mahremdi. Öyle olmasa mahkûm
olacaktı mahdut dünyada. Hayır, değil bir sınır, bir nokta engel tanımaz deli
gönül. Zira vermiştir neyi varsa bu yolculuk için. Harcamıştır ömrünü. İçini,
dünyaya ait ne varsa boşaltmıştır da öyle koyulmuştur yola. Dönmek yoktur.
Bilmek. sırra ermek, derde düşmektir. Dertsizlik bitmektir. “Çok yorulursun,
çok acı çekersin.” denilmiş olsa da çok
çile, çok haz demek değil miydi? Onulmaz yaraların merhemi, bilinmez dertlerin
şifası… Neydi verip almak, almak da değil asıl yok olmak.
Hakikî
âşığın hâlidir mektum olmak. Bir dağı omuzlayıp da yürümek kolay mıdır? Bir
dağı taşır gibi yürüyüp de bunu belli etmemek mümkün müdür? Saklamak zordur: “Gönülde nice kala sırrı mektum/ Çü aşkı
oldu bana şamil” demişti Kadı Burhaneddin. O yükün altında iken şikâyet
etmemek kolay mıdır? Kaybetme sebebimiz taşıyamayacağımız yüke talip olmaktı.
Ya da heveskâr olup yükün altına girmek. Belki bu yüzden aşk kimsesizdi. Âşikâr
olanın kaybettiği anlam.
Aşk
kimsesizdir. Çünkü her akıl acelecidir,
öğrenmek ister. Varmak, bilmek, görmek, muhatap olmak ister. Oysa aşk bunlardan
uzak değil miydi? Kalbin en gizli yerinde korunan aşk, nasıl olur da açığa
çıkarılır ki? Bir mestûredir vasfedilen aşk. Ayan eylemek, sırrı ifşâ etmektir.
Bu ise aşkı öldürmek değil midir? Âşığın hâli değildir belki aşkbâzın hâlidir
bu. Aşk yine kimsesizdir.
“Aşk içre azâb olduğun ondandır bilirim kim/
Her kimse ki âşıktır işi âh u figandır” demişti Fuzûlî. Elbette yine gizli gizli yanmaktır
bu. İçten içe bir sır ile yaşamak. Muhibbî ise şöyle demişti: “Sırr-ı aşkı kim bilirdi nâle efgân etmese/
Safha-i ruhsârım üzre eşk tahrîr etmese” Gözyaşının yanağın üzerine yazdığı
aşk… Evet, budur belki işaret, budur en güzel şiir, budur âşığın yüzü.
Mecnûn,
deliydi. Çılgındı. Kimsesizdi. Yollara düştü. Aradı, aradı… Gördüğünde ise
Leyla’yı, “Çekil yolumdan ben Leyla’ma
gidiyorum.” demişti. Ve Mecnûn meçhûl bir âşık oldu.
Âşık meçhûl
ve mehcûr değil midir? Nedir ki şu fâni dünyada aranılan? “Cihanda âşık-ı mehcûra sanma rahat olur/ Neler çeker bu gönül söylesem
şikâyet olur” diyordu Şeyhülislam Yahya. En güzeli söylememek, aşikâr
etmemek, şikâyet etmemek, saklı tutmak, sır bilmek, mahdut kelimelerle
anlatmak ve ismini söyleyip çok şeyi
anlatmak… Çünkü kimsesizdir aşk.