Kimlik
Adana’da, Seyhan
ırmağının karşı yakasında, Üreğir’e ait mahallelerin birinde, yolun her iki
tarafı ile bulvarın orta şeridi boyunca uzanan turunç ağaçlarıyla bezenmiş,
yeşil-turuncu renginden hiçbir mevsimde taviz vermeyen, kışın en ayaz
günlerinde bile yaz günlerinden ödünç vakitler devşiren, özellikle havanın açık
olduğu vakitlerde insana yer çekimini unutturan harika bir manzarayı göz
hizasından hafızaya aktaran, bir günü özel kılan hangi ayrıntılar varsa,
onlarla zenginleştiren zamanlardan birinin içinden geçiyorum. Doğrusu bu ya,
çocukluğumun şehri olduğu için Adana ne vakit sınırlarına girsem bende tarif
edilmez bir hafiflik yaratıyor. Üzerimdeki ağırlıklar kalkıyor, içimdeki
durgunluk yerini kımıl kımıl bir yaşam sevincine ve coşkuya bırakıyor. Hele bir
de mevsimlerden kışsa, kar ikliminden çıkıp gelmiş, bütün o karanlığı geride
bırakmışsam ve elbette havada kusursuz bir mavilik varsa keyfime diyecek
yoktur. Dünyanın en güzel şehri değildir belki Adana, hatta belki pekçok
şehirde bulunmayan ufak tefek kusurları da vardır lakin şehrin tam ortasından
geçen, köpüklerini kar suyuyla beyaza, kar beyazına boyayan Seyhan’ın kıyısında
birkaç dakika oturup bir kahve içtiğimde bütün o kusurlar uzaklaşır, sonra da
büsbütün yok olur.
Şimdi de konuk
olduğum apartmanın balkonundan dışarıyı, İncirlik hava alanında inip kalkan
askeri uçakları –kimin için, neden havalanıyorlar acaba, kimleri, hangi sebeple
gözetliyor, kimlerin canını, niçin yakıyorlar kim bilir-, onun gerisindeki
bulanık, sisli dağları ve şehrin neredeyse bütün binalarının tepesine
kondurulmuş güneş enerjisi panellerini seyrediyorum. Haftasonu, günlerden
cumartesi. Diğer günlere göre çok daha sade, çok daha ıssız, çok daha tenha
sokaklar. Hafta sonları, bütün şehirlerde, özellikle sabahları dinlenme
saatleridir. İnsanlar gibi yollar da yorgunluğunu teskin etmek için sırt üstü
uzanıp şekerleme yapar ve Adana da öyle. Güzel bir kahvaltının ardından,
balkonda, ayakta, bir taraftan puromu tüttürüyor, bir taraftan da kahvemi
yudumluyorum. Hangi güzellik, içten bir bakıştan kendini saklayabilir ki? Hangi
samimi bakış çirkinliğin canına okumaz? Bakıyorum: İçten, samimi, kahveyi
yudumlarcasına derinden… Uzaktan yakına geldikçe görüntüler büyüyor,
berraklaşıyor ve ete kemiğe bürünerek daha bir canlı hale geliyor, daha bir ruh
kazanıyor. Bulunduğum binanın karşısında
Göç İdaresi Adana İl Başkanlığı, onun tam önündeyse heybeti buradan, yolun
karşısındaki binanın dokuzuncu katından bile görülen iki büyük çam ağacı
duruyor. Çam ağaçlarının dibine belediye tarafından birer bank konulmuş.
Muhtemelen müdürlükte işi bulunan insanların ayakta kalmaması, nefes almak için
oturması amacıyla konulmuş bu iki banktan birinin üstünde içi ağzına kadar dolu
mavi bir çöp poşeti duruyor. Bakışlarım bütün o manzarayı dolaştıktan sonra çöp
poşetinin üstüne sabitleniyor ve onun neden orada durduğunu, kimin, hangi
amaçla oraya koyduğunu düşünüyorum. Manzarayı, temiz havayı, şehrin ruhunu
içime çektikten sonra içeri giriyor, Büyük Saat, Küçük Saat, Eski Baraj, Yeni
Baraj, dolaşıyorum.
Akşam yemeğinin
ardından çay-puro eşliğinde yeniden balkona çıkıyor, şehrin bir de akşamını
teneffüs etmenin keyfini çıkarıyorum. Bakışlarım Göç İdaresi’nin önüne
geldiğinde iri mavi poşetin yerine bank boyunca serilmiş bir battaniye ile
karşılaşıyor. Bu arada hava bozmuş, çok da soğuk olmayan, hatta nispeten ılık
diyebileceğimiz bir yağmur başlamıştır. Battaniyenin altında bir adam, kafasını
da onun içine gömerek yatmaktadır. Turunç ağaçlarının gerisinde kaldırım ile
Göç İdaresi istinat duvarı arasındaki bankın üstünde, yani sokakta, hem de
yağmur altında bir adam uzanıp yatmaktadır. Bendeki kısa süreli hayretin ve
şaşkınlığın yerini merak, ardından bir acıma duygusu aldı. Kim bu insan, kadın
mı erkek mi, akşamın bu vaktinde herkes evinde, sıcak sobasının, kaloriferin
veya şöminesinin yanında vücudunu dinlendirirken soğuğun, yağmurun, sokağın
merhametine terk edilen bu insan kim? Konuk olduğum ev sahibine merakla bu
insanın kim olduğun sordum. Otuzlu yaşlarda bir erkekmiş. Adı Ömer. Yedi sekiz
yıl önce, kim bilir hangi sebepten, ailesini bırakarak Çin’den Türkiye’ye
yerleşmek, çalışmak için gelmiş, İstanbul’da göçmen olarak yaşamış. Yaklaşık
bir yıl önce de devletin aldığı bir kararla İstanbul’daki diğer bazı göçmenler
gibi kamyona bindirilip Adana’ya getirilip bırakılmış. Herhangi bir suça
karışmadığı için ülkesine iade edilememiş, o da o günden beri Göç İdaresi İl
binasının önündeki bu bankta yaşamaya başlamış. Hafta içi, mesaiden önce uyanıp
yatağını, yorganını bu mavi poşetin içine dolduruyor, sonra gözden kayboluyor,
mesai bitiminde gelip orada yatıyormuş. Hafta sonu ise uyandıktan sonra bir
yerlerde karnını doyurup tekrar geliyor, bu bankın üstüne uzanıyor, gündüz
dahil yatıyormuş. Nerede yeyip içiyor, parasız pulsuz nasıl ayakta kalıyor,
bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, adamın bütün hayatının bu bankın etrafında
geçtiği, onun için dünyanın bu bank ve etrafından ibaret olduğu, Türkiye’den
vatandaşlık istediği, kendisine bir kimlik verilmediği, vatandaşlığa kabul
edilmediği sürece çalışmayı da reddettiği şeklinde. Çin’deki geçmişine dair
hiçbir şey anlatmıyor. Tutkuya dönüştürdüğü ve kendisi için yaşadığı tek ülkü
bir kimlik sahibi olmak, eğer varsa bir geleceği, bu kimlik üzerinden ona
tutunmak.
Gece boyu yağmur
yağdı, on ikide balkona çıktım, uyuyor, ikide, sabaha karşı dörtte, sabahın
yedisinde de. Sabahın dokuzu, hala yağmur yağıyor ve yatağının içinde o adam.
İnsanlar evlerinde, duvarların gerisinde bile üşürken sokağın ortasında, yağmur
taneleri altında, duvarı battaniyesi olan bu adam nasıl olur da aylarca
hastalanmadan ayakta kalır, yaşamını sürdürür, hayret! Kimlik önemli, önemli de
başkalarının verdiği kadar, insanın kendine verdiğinin de farkında olması
gerekmez mi?