Kimin şehrinde yaşıyoruz?
Şehirde yaşamaya çalışırken aynı zamanda şehirle savaşmak zorunda kalmak, ‘modern insan’ın açmazlarından yalnızca bir tanesi. Geldiğimiz noktada şehrin, insanın işini kolaylaştırıcı ve hayatını idame ettirdiği bir imkân olmaktan çıktığını, zorunlu ve zaruri ihtiyaçlar için mücadele verilen bir ortama dönüştüğünü görüyoruz. Fakat bu ortam, zorunlu ve zaruri olanın içeriğini ve kapsamını belirleyenlerin, kendi düzenlerini devam ettirecek şekilde bir hayat tasarladıklarını açıkça görmemizi engelleyebiliyor. Bu engeli aşabilmek için önce şehrin, gündelik hayatın, ailenin ve toplumun geçirmekte olduğu değişimi anlayabilmek gerekiyor.
Örneğin erken
saatlerde yola düşülerek başlayacak rızık mücadelesi için daha evden çıkmadan strateji
belirlemek, plan yapmak gerekiyor. Önce gidişi, ardından dönüşü planlıyoruz. Yetmiyor,
bir alternatif güzergâh daha belirliyor ve ortaya çıkabilecek aksaklıkları için
tedbir alıyoruz. Kendimizle baş başa kalmamak için aldığımız tedbirler de işe
yarıyor: Yolda geçen süreler trafikle beraber uzun yolculuklara dönüşse de
düşünecek vakte sahip olmuyoruz. Çünkü akışın bize dayattığı, bir sonrasını
bilmediğimiz videoları izlemek gibi bir zorunluluğumuz var!
Konu komşumuzun,
sosyal medya arkadaşlarımızın yaşadıkları ile kendi hayatımızı sürekli kıyas
ediyor ardından onun olduğu seviyeye çıkmaya veya onun sahip olduklarının bir
üstüne sahip olmaya çalışıyoruz. Her ikisi de olmuyorsa öyle yaşarmış gibi
yapmaya çalışıyoruz. Kazandığımızdan daha çoğunu harcıyor, kendimizi yalnızca harcamalarımızla
var ediyoruz. Toplumdaki statümüzü harcamalarımızla paralel ilerletiyoruz.
Kredi kartımız ve paralarımız cüzdanımızın en müstesna yerindeyken kimliğimizin
yerini dahi hatırlamıyoruz.
Yarış atına
çevirdiğimiz çocuklarımızı iyi ve insanlığa faydalı bir Müslüman olmak
haricinde hemen her mecrada yarıştırıyoruz. Gönderdiğimiz çeşit çeşit kurslardan
çocuk olduğunu dahi unutan çocuklarımıza, dünyadaki yegâne hedefin yüksek maaş
getirili bir iş olduğunu an be an hatırlatmaktan asla geri durmuyoruz. Bozuk
dünya düzenine çomak sokacak, iyi insanlar değil, bu düzenin devamlılığını
sağlayacak geleceğin sadık bireylerini yetiştiriyoruz. Çok değil, yüz yıl kadar
önce verdiğimiz mücadelenin istiklal ve istikbal mücadelesi olduğunu unutuyoruz.
Kapsamı ve
anlamı sürekli daraltılan aile dediğimiz kutsal yapının artık bir ‘şirket’e
dönüştüğünü görüyoruz: Belirli bir paranın toplanıp gelir ve harcamaların
planlandığı, herkesin emek gücü getirisine göre hak ve söz sahibi olduğu, yılsonu
bilançosuna göre yatırım kararlarının verildiği ya da küçülmeye gidildiği bir aile
şirketi...
Göklerden ve köklerden
beslendiğinde bizi biz yapacak olan ailenin, bir bütün olarak modernite tarafından
yüksek maaşla işe alındığını ve başyardımcı olarak istihdam edildiğini görüyoruz.
Üstelik bu birlikteliğin sürekli tüketimi, ailenin hemen her bireyinin
vazgeçilmez ve son bulmaz bir istek haline getirdiğine şahit oluyoruz. İnsan,
kendine zaman ayırması için dahi tüketmek zorunda olduğunun farkına vardığında birçok
yanlış, değişmez doğru olarak toplumdaki mümtaz yerini almış oluyor. Ve şehir,
artık köklü bir medeniyet tecrübesiyle değil hem insanı hem da malları
tüketmeye ayarlı bir savaşa ev sahipliği yapar hale geliyor.
Ahmet Hamdi
Tanpınar, şehri; “Hayatımızda kaybolan
şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktir.” şeklinde
ifade ediyor. Hülasa, hayat sürmek isterken bir anda kendimizi savaşıyor
bulduğumuz bu şehir, bizim şehrimiz değil. Kuran-ı Kerim’de ‘Medine’ olarak
ifade edilen şehrin, dini hükümlerin icra edildiği, saygı, hürmet ve İslam
ahlakının hüküm sürdüğü bir yer olarak tanımlandığını idrak ettiğimiz zaman
tekrar kendi şehrimizde yaşamaya başlayacağız.