Kim bize isim verir, biz mi?
İsmi
nereden, kimlerden alırız?
Kim
bize isim verir? Biz mi?
Hayır; henüz ağlamaktan başka hiçbir ses çıkaramazken buna gücümüz yetmez. Keşke yetseydi kendime şu veya bu ismi koyardım demeyin. İsim koymak öyle kolay bir şey değil. Bir insan henüz hiçbir şeyi bilmiyorken ismini nasıl koyacaktı? Ya da şöyle diyelim. Bir insancık, henüz pek çok şeyi bildiğini bile bilmiyorken bunu nasıl yapacaktı.
Biraz
yaşam deneyimi olmalı ki ona öğretilmiş ham tabloyu hatırlasın ve bir kayığın
sessizce denize yürümesi, akışa sokulması gibi yepyeni hafıza yüküyle beraber
hayata insin.
Ama endişelenmeyin.
Aslında ismimizi yine biz koyarız. Biz, yani içinde biz olduğumuz toplumumuz.
Bizim büyüklerimiz, bizi biz yapanlarımız koyar. Birlikte biz olacağımız kıymetli
kişiler… Yakınlarımız. O kadarıyla var oluşumuzda emeği geçenlerimiz…
Sonrasında
isim konusunda söylenecek ilk şey şu: İnsan çevresel şartların kaynadığı,
oluştuğu içinde yaşadığı coğrafyadan, kültürden, yaşam geleneğinden isim alır.
Bunu gösterir bir tablo olarak mesela başlangıçtaki Türk isimlerine
baktığımızda en çok yırtıcı hayvan, kuş ve dışardan gelecek birtakım etkilere mukavemeti
olan unsurların isim olarak konduğunu görürüz. Arslan, Şahin, Doğan gibi
isimler başta olmak üzere, demir anlamına gelen Timur, Gökhan ve Kaya gibi
isimler vardır.
Bu
durumu güncelleseydik ne olurdu diye düşünüyorum da; günümüzde var edilmiş dış
etkileri göz önüne getirdiğimde bambaşka isimler geliyor aklıma. Öyle bir zaman
tüneli değil de, öyle bir zaman dehlizine düştük ki; insanın mukavemet edeceği
dış etkiler ormandan beriye şehre geleli epey çok olduğu halde, yine aynı
yırtıcılığı ve güçlülüğü istiyor. Şehirde de insan aslan, kaplan filan gibi
olmak zorunda bırakılıyor adeta. Gerçi en çok kurt olmak seçiliyor. İnsan
insanın kuzusu değildir artık deniliyor, kurdudur.
Ceylan
ismini koymaktan çok korkuttuk birbirimizi. Öyle ya?!
İç
etkilere karşı mukavemet içeren isimleri ise hiç konu edinmeyeceğim. Kendi heva
ve hevesine, önü alınmaz, sonu gelmez hazlarına karşı koyamayan, canavarlaşan
insan yapısına bir isim bulmakta güçlük çekeceğimiz kesin. Kendisiyle yenişen
ve iç barışını güçlülükle imzalayan bir insan ismine, dahası var olmasına ne
çok ihtiyacımız var!
Fakat
ne de masumdur insan, sen, ben; doğduğu/muz zaman. Ah yazık! Küçük, cici şey!
Ne
de masum kalmıştır; olduğu, olgunlaşmaya çalıştığı zaman… Büyük insan! Ne üst,
ne alt; adı üstünde insan!
Hiç
de masum değildir artık; olmadığı, olmaya çalışmadığı zaman… Olumsuz insan, alt
insan olduğu zaman! Hiç büyümemiş, olmamış çiğlik!
Yeniden
isim koyma tarihine baktığımızda, eski bizde konulan adların tek bir defada
değil, çocukluk ve gençlikte ayrı ayrı olmak üzere iki defada konuluyor olması
en ilginç ve bizi şaşırtan yanı. Bu da insanın bir yetişkin oluncaya, hayata
tek başına yetişecek hale gelinceye kadarki sürecini ne güzel özetliyor.
Amatörlüğün ve profesyonelliğin, samimi heyecanın ve ciddi emeğin hayattaki ne
önemli duraklar, tetiklenmeler olduğunu… Varoluş sürecinde dönemsel var oluş
noktaları olduğunu da…
Önceki
yazılarımızda da belirttiğimiz gibi eski bizde doğumun hemen ardından çocuğa ad
verilmez, aşağı yukarı bir yaşına girdikten sonra, adına toy denilen büyük bir
şölen kurulurdu. İşin en önemli yanı da bu şölene katılanların en yaşlı olanı
isim koyma işini üstlenir ve yönetirdi.
İsmi
ile hem hal olmak işi kolaylanmış olurdu. Neden mi? Çünkü önce hâl olurdu. Önce
o çocuğun haline bakılırdı. Vaktince ne yapacak olduğuna… Sonra haline göre bir
isim, bir adlandırma yapılırdı. Gençlik çağında verilen adlar, gösterilen özel
bir hayat atağı, bir aktivite, bir kahramanlıktan sonra, bir toy, bir şölenle
beraber o vaktin ileri gelen şahsiyetleri, yani bir bakıma ismi ile hem hal
olmuş insanlar tarafından verilirdi.
Bu
adet günümüzde olsa bu kaçıncı “level” olurdu bilemiyorum. E-spor’a mı sorsak?
İnternet oyunlarında enn başarılı olan bir evladımıza ne isim koyacak
olduğumuzu… Kurulsun toylar ve en tecrübesizimiz gelsin!
Yani
isim eskiden bir var oluş belirtisi ile hak edilen, konulan bir şeydi. Doğmak
isim almak için yeterli değildi. Doğan geçici isim alıyor, bir şey olan ise
olduğu şey üzerinden kalıcı ismini alabiliyordu. Dolayısıyla isim hakikaten bir
var oluşun, ilk var oluşun temsili oluyordu.
Mesela
İslam öncesi Arap toplumlarında ilk erkek çocuğuna bağlı olarak baba olduğunu
belirten bir künye oluşturuluyordu. O şahsın kimin-kimlerin çocuğu olduğunu
gösteren bir nesebi, doğduğu, yaşadığı yeri veya mezhebini ifade eden bir
nisbesi, bazan da mesleğini açıklayarak şahsın daha iyi tanınmasını sağlayan
lakabı olurdu.
Kimi toplumlarda ise isim neredeyse veciz ve her an yanında taşınan bir cv gibi işlem görüyordu. Mesela bir çocuğun ismini öğrendiğimizde aynı zamanda babasının, sülalesinin kim olduğu, köyünün, dininin ne olduğu filan anlaşılacak kadar olabiliyor. Cemaati, kulübü, işi gücü de sığdırabilen isim koyma adetleri var mıdır, bilmiyoruz. Fakat kimlik denilen şey böyle böyle ince sözlü olarak oluşuma girmiş olmalı…