Keyifli sorumsuzluk
Alelade insan keyifli bir sorumsuzluk ile keyifsiz bir sorumluluk arasında gidip gelir. Yazarın görevi ise keyifsizliği keyfe, sorumsuzluğu sorumluluğa dönüştürmenin arayışlarından ibarettir. Bu süreçte kendi sanatına ve sanatının sınırlarına yaklaştıkça toplumsal ihmal, toplumun sorunlarına yaklaştıkça sanatsal bayağılık yüzeye çıkar. Durumu kurtaran ve sarkaca denge sağlayan tek şey şudur: Bayağılaşmadan, sanatın gerektirdiği tazyikten vazgeçmeden yazabilmenin imkanlarını aramak. Aslında bu formül aynı zamanda dehanın dünyaya bakışını da sanatın ışıkla birleştiği yeri de netleştiren bir durumu işaret eder. İşin özü şudur: Sanat var olanı güzelleştirmenin yöntemlerini dayatır. Varoluş ise özgürlükle ilgilidir ve varoluş olmadan güzellikten de güzelleştirmekten de bahsedilemez. Doğal olarak sanatın işlevi varoluşun üzerindeki perdeleri, ona yönelik tehditleri ve her türden köleleştirici ögeleri kaldırmak, bunu yaparken de mevcuda sayısız dokunuşlarda bulunmak biçiminde tezahür eder. Mutlak özgürlüğün olmadığı, kötülüğün kol gezdiği, haksızlık ve adaletsizliğin teneffüs edildiği süreç, ortam ve rejimlerde güce övgüler düzen, onu görünür kılmanın, meşrulaştırmanın yanı sıra sempatik göstermenin arayışında bulunan sanatçıların yüzündeki kiri ve kötülük lekesini tarih er geç ortaya çıkarır. Belki de dalkavukluğun en çok sırıttığı yüz, sanatçıya ait olandır. Gerçek sanatçıysa özgürlüğün olmadığı bütün toplumsal kurgularda müzmin bir muhalif, özgürlüğü engelleyen her türden mekanizmanın azılı bir düşmanıdır, hatta belki kendini zorlayarak tam da öyle olmak zorundadır. İnsan düşmanlığının düşmanlığını yapmayan kişiye sanatçı denmez. Evet, elbette dünya hiçbir zaman tam olarak özgür bir yer olmadı. İnsanın içindeki kinle büyüyen barbarlık bütün zamanların en hızlı koşucusu oldu. Sanatçı o koşucunun ayağına tekme takan, onu bulunduğu yere gömen, olmadı, geciktiren ve iyiliğe zaman kazandıran bir misyonun sahibidir. Sanatın ve sanatçının amacı sadece kötülüğün resmini çekmek olmamalı; o varlığıyla, bulunduğu bütün ortamlarda her ne pahasına olursa olsun onunla kavgaya tutuşmalı, bir düşmanlık ilişkisi kurmalıdır.
Haşim’in dediği
gibi, sanatçı bir kanun koyucu, bir düzen tahkimcisi, bir inanç ve ahlak
otoritesi değildir, belki hiçbir zaman da olmayacaktır, hatta olmamalıdır.
Sanatçının birinci ve sonuncu görevi anlamaya çalışmaktır. Anlamaya çalışmak ve
anladığı biçimiyle dünyayı olduğundan daha düzgün bir yere taşımanın
telkinlerini oluşturmak, yazdıklarıyla iyiliğe yer açmak… Bir ruhu inceltmeye,
bir yüzü güzelleştirmeye çalışarak o güzelliği insanlığın yüzüne yaymak… İşte
bütün mesele budur, yazarlık bundan ibarettir. Ve ama bilinmeli ki anlamaya
çalışmak kanun koyuculuktan, düzeni tahkim edişten, inanç ve ahlaktan bütünüyle
müstağni değildir. Anlamaya çalışmak insan olma uğraşının en asil eyleyiş
biçimidir çünkü. Bu da sanatçıyı kendisinden başlayarak bütün insanları,
bedeninden başlayarak dünyayı ve eylemi, ruh halinden başlayarak yekun
duyguları, içinde bulunduğu düşünsel evrenden başlayarak varoluşun her evresini
anlama uğraşının profesyonel ve mutlak işçisine dönüştürür. Aynı işçilik,
köleleştirenlere karşı özgürlük yanlılarının yanında konumlanmayı, kötülüğe
karşı iyiliğin sözcülüğünü üstlenmeyi beraberinde getirir.
Varılan noktada
sanatçılar ve yazarlar olarak dünyayı şekillendirecek gücümüz yok, bundan
mahrumuz. Sanatçılar ve yazarlar olarak olanı olmamış gibi görüp göstermek de
olmakta olanın mecrasını mutlak manada değiştirmek de elimizde değil. Ama
bulunduğumuz her yerde, her ülkede, her coğrafyada ve her süreçte kalemimiz
kötülüğe karşı yüzünü asabilir, cümlelerimiz kötülüğün yüzünü ekşiten buluta
dönüşebilir, sesimiz vicdansızlığın kulaklarını sağır, söylemlerimiz
barbarlığın gözlerini kör edebilir. Bunun, içinden geçtiğimiz süreçle doğrudan
ilgisi var: İsrail barbarlığının ve Siyonist vahşetin uyguladığı şiddeti her
yazar, bulunduğu yerden ve yan yana gelerek, ortak bir söylem eşliğinde
haykırabilir. Bunu yapmalıyız. Son sözü barbarlığın söylemesine izin
vermemeliyiz. Ateşe karşı su, suya karşı bulut, buluta karşı rüzgar olup kara
bulutları kovmalı yerine mavilerini eklemeliyiz. Konuşmak gerekiyorsa
konuşmalı, ağlamak gerekiyorsa ağlamalı, dövüşmek gerekiyorsa dövüşmeliyiz.
Henüz varken, sonsuzluğun bir parçasıyken, buradayken, düşünebiliyor, elimiz
kalem tutabiliyorken, şimdi, şu an… Uyuyanlar sonsuzluğa şarkı söyleyemez.
Kötülük konuşurken susanlar güzel rüyalar göremez.
Dünyanın
büyüsünü alıp onun yerine pürüzsüz yanılsamalar yerleştiren şey insanların
tamamına yayılmış olan, onları içeriden ve dışarıdan kuşatan keyifli
sorumsuzluklardır. Kanımıza işlemiş keyifli sorumsuzluklar dünyada olup biten
vahşetleri, ucu bize hiç dokunamayacak kadar uzak ve abartılmayacak kadar sıradan
felaketler gibi göstermektedir. Dünyanın bugün içinde bulunduğu en büyük
felaket ve en az İsrail vandalizmi kadar tehlikeli olan ruh hali, kitlesel
duyarsızlaşmanın yarattığı keyif yanılsamalarıdır. Sanatçı, keyifsiz
sorumlulukları hatırlatarak insanların rahatını kaçırmalı, onları sokağa
dökmeli ve bu zulüm karşısında birlikte hareket etmenin, kölelik karşısında
özgürlüğün sesini bütün sokaklara akıtmanın fitilini ateşlemelidir. Dünyayı
güzelleştirmenin tek yolu, içilen her Yahudi kahvesi keyfine bir damla çocuk
kanı karıştırmaktır. Kötülükten midesi bulanmayan çağların nefes kokusu dünyayı
elbette kirletir. Medyatik manipülasyonlarla istendiği kadar üzeri soslansın
kötülüğün kokusu bir yolunu bulur mutlaka ötekileri bastırır. Dünyanın
neresinde olursa olsun tekil bütün keyifler zehirlenmeli ve keyifsiz
sorumsuzluklar her nefes alıp verişte ruhun boğazına bir kıymık gibi
batmalıdır. Siyonist kötülüğü ve çocuk ölümlerini kişisel sorunu gibi
algılamayan hiçbir sanatçı daha baştan, en başından insan olma sınavını
geçmemiştir. Aramızdan bazıları kabul etmese bile hepimiz sanatçı olmadan önce
insandık. Ve insanlık sınavını geçemeyen
hiç kimseye tarih sanatçı olma payesini vermez.