Dolar (USD)
35.19
Euro (EUR)
36.83
Gram Altın
2970.45
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
13 Nisan 2021

Keyfimiz, keyfiyetimiz yerinde mi?

Keyfe hal? Hal, gidişat “nasıl, nice” demek istedim bu yazımda hepimize. Hayatımızın keyfiyetini sormak istedim. Başka hayatlardan ince de olsa bir farkı, vasfı var mı? İlla varsa bu farkı ne derece olgunlaştırabildik?

Yani durumlar nasıl demek istiyorum. Bu daha çok “hayat nasıl gidiyor?” cümlesini de hatırlatıyor. Fakat buradaki nasılın aslı şu:

“Qualité” bir şeyin oluş biçimi ya da bir şeyin yapısını belirleyen, onu şöyle ya da böyle yapan temel özellik olarak geçen nitelik, hayatın başlı başına önermeler zinciri olduğunu düşünürsek, hayatımızın olumlu ya da olumsuz oluşu-geçişi veya geçemeyişi anlamında karşımıza çıkacaktır.

Nitelikli olmak; başlı başına bir kıymet, bir imkandır.

"Nasıl daha nitelikli bir insan ve toplum olabiliriz?" sorusu üzerine kurduk hayatımızı. Temellerimizi sağlama almak için ise sorgulamalar hep var, hep olacak...

Mesela hayatımızın en önemli sorularından biri, insan emeğiyle geliştirilmiş manevi imkan anlamını verdiğimiz niteliğin, nitelikli olma ve kalmanın, maddi imkanla gizliden bir geçimsizliğinin olup olmadığıdır. Bu çekişmeyi hissetmem, ne zaman ikisi bir araya gelse niteliğin kaybolması hakikatinin defalarca ispatlanmış bir hayati tecrübe olmasıyla yakından ilgili... Neden nitelikli bir insan maddi imkana kavuşunca eskisi gibi ve kadar saf tadında olmaz ve kalamaz. Neden zirvede, -çok yüksek bir zirveden bahsetmiyorum herkesin kendi zirveciğinde bile- genel anlamda ilkelerinden, insani duruşundan taviz verir.

Taviz ve ilkesizlik her zaman zirvenin sözüm ona gayri meşru bedeli midir?

Nitelik gibi asli bir unsurun, imkana muhtaçlığı, her ne kadar var olması imkân öncesi mümkün olsa da varlığını devam ettirmesi ve yaygınlaşması için ise imkana gebe olması inkar edilemez bir gerçek gibi duruyor.

Ne var ki imkana kavuşan ve imkândan önceki safiyetli duruşunu, ondan sonrasında koruyamayan da nitelikli insanın ta kendisidir. Ve artık safiyetini bozduğu için de nitelikli olmasından da bahsedilemez.

Bu düşünceler mükemmeliyetçi bir kafa yapısının olağanüstü hezeyanları değildir. Sadece -olabildiğince en üst noktaya varabilir miyiz?- düşü’nün yorumlanması gibidir. Ya da -düşüşlerimizin çok insani olduğunun, en azından, illa düşülecekse bile hiç değilse en üst noktaya düşmenin mükemmel bir nokta olduğunu- kabullenme çabasıdır.

Ne zaman bir kaliteden, nitelikten, iyi vasıflara sahip olmaktan söz edilse, onların işte imkanla buluşturulmasının aciliyeti de konuya eklenir. Gelişimin başka türlü mümkün olmayacağı hep beraber sallanan başlarla tekrarlanır. Ancak imkanına kavuşan nitelik için, bu kavuşma ertesinde kendisini korumak ta imkansızlaşmış gibidir. Yani bütün gelişim ve olgunlaşmasının tersine bir inişe doğru, geri dönüşe doğru yola çıkmış olmamak... Acaba İbn i Haldun “doğar, büyür, ölür” üçlemesinden bahsederken, ölümle işte bu asıl ve hep erken kaybı mı kast ediyordu? Niteliğini yitirmeyi. Zaten zor ile ele geçen olgunluklardan, tam da yükseliş içindeyken pat diye düşmeyi…

Hatta bu “yere/çamura” kapaklanmalar bazen öyle noktalara gelinir ki; keşke nitelik kendi münzevi hayatında saklı kalsaydı, daha yaygın halde var olma kaygısına düşmek için maddi değerler kudretine el açmasaydı, bile dedirtir.

İkisinin bir araya gelmesinden mi doğar medeni insan ve medeniyet?

Yoksa asıl medeni olma niteliğin zenginliği, karakterin az ve öz bereketiyle kavrularak, tabii yollar açıldıkça temkinle ilerlemek, açılmadıkça bunu nimet bilip durmak; fakat duruşundan feragat etmeksizin durmak mıdır?

İkisinin bir arada duruşunun pek nadir olması bütün bunları düşünmemize yol açıyor. Belki de hayatımızın özü bu ikisini bir arada buluşturmak ve geçindirmektir, kim bilir? Kimse bilmez. Ya da herkes iyi bilir…

Sorular... Sorular… Sorular...

Bakalım cevabımızı yani hayatımızı nasıl vereceğiz?