Kenyalı Muhammed aradı!
Etrafındaki nesneleri merakla kurcalayıp
yeni geldiği dünyayı tanımaya çalışan bebek, büyüklere baktığında, kimi zaman sevginin sıcaklığını kimi zaman da “tehdit” ve “psikolojik şiddet”in caydırıcılığını görüyor.
Çatık kaşlarla, tehdit vâri sallanan
işaret parmağıyla "hizaya" getirmeye çalışıyoruz bebeklerimizi ve
çocuklarımızı...
Bebeklik günlerinden itibaren bu “dile” alışan insan da, büyüdüğünde
etrafındakilere böyle davranıyor.
Henüz “kendini bilme” çağına gelmemiş çocukları “Bacaklarını kırarım
senin!” diyerek tehdit etmenin çok yanlış olduğu söylendiğinde, “Canım lâfın gelişi işte, hangi anne-baba çocuğunun
bacağını kırmış ki?” savunmasıyla şiddeti meşrulaştırmaya, vicdanımızı
rahatlatmaya çalışıyoruz ama…
“Öylesine
söylenmiş” gibi görünen
bu tehditler, birike birike “karakter”
haline geliyor.
Ve gücü yetenin kol, bacak, kafa kırdığı
bir topluma dönüşüyoruz…
Başka çeşitleri de var psikolojik
şiddetin.
Mesela…
Küçüklüğümden hatırlarım, dikkatle
dinlediğim konuşmanın bir yerinde söze girmek istediğimde, çatık kaşlı bir “bakıcı”, “Büyükler konuşurken küçükler söze girmez!” diye ikaz ederdi beni.
Çocuk nereden bilsin, büyükler
konuştuğunda kendisinin niçin “susmak”
mecburiyetinde olduğunu?
Bırakın o çocuğu, bu yaşa geldim hâlâ
öğrenemedim bunun sebebini!
*
Efendim, başlıkta “Kenyalı Muhammed Aradı!” dedik ya…
Oraya gelelim:
Bir vakitler bahsini etmiştim, “Kenya”dan “fakir” bir genç gelmişti üniversite okumak için Türkiye’ye, 20’li
yaşların başlarında bir genç.
Kendisiyle MÜSİAD’dan bir genç
kardeşimiz vasıtasıyla tanışmıştım.
Dilimizi bilmiyordu ama çok rahat
davranıyordu.
İlerleyen zamanlarda sık sık ziyaretime
geldi Genç Muhammed.
Her gelişinde de Türkçe’yi hızla
ilerlettiğini fark ettim.
Kenya ve Etiyopya'daki yerel dillerden
bazılarını biliyormuş,İngilizce’yi zaten biliyor, Arapça’sı çok çok iyi,
Urduca’yı da öğrenmiş…
Yedi dil bilen bir genç!
“Nasıl
oluyor bu?” diye sordum
kendisine…
Dedi ki,
“Siz yabancı dili çok zor öğreniyorsunuz
çünkü hata yaparım da etrafa madara olurum diye korkuyorsunuz. Ben ise, tek
kelime Türkçe bilsem bile onu kullanıyor, ikincisini öğreniyor, onu da
kullanıyorum.
Kullanmadığın senin değildir!..”
“Peki ya genç yurt dışına çıkamıyorsa?”
diye sordum:
“Şimdi dünya çok küçük, evine getirebiliyorsun
dünyayı. Yeter ki azimli ve özgüvenli ol!”
Bir de (mealen) şunu söyledi:
“Siz çocukları küçük yaşlarından
itibaren acayip baskı altına alıyorsunuz. Onların kendi başlarına bir şeyler
yapmalarına hemen hiç fırsat vermiyorsunuz…Bunu siz de yapıyorsunuzdur
mutlaka!”
“Evet,
kardeş, maalesef!” diye
kabullendim.
Muhammed devam etti:
“Bak Abi, ben bu kadar ülke gezdim.
Babam bir uçak biletimi aldı, bir de
cebime üç, dört hafta yetecek kadar para koydu.
Ben ne yaptım?
Gittiğim yerlerde iş buldum, çalıştım, masrafımı
çıkarttım. Ne bileyim; araba yıkadım, büfede çalıştım…
işte Türkiye’den üniversite kazandım ve
buraya geldim.
Annem, babam küçük yaşta azarlayıp
dursaydı, her harekete karışsaydı bunları yapabilir miydim?
Ya vazgeçecektim ya da bir takım
grupların kanatları altına girmeye çalışacaktım.
Dil öğrenme meselesi de böyle;
‘Özgüveni sarsılmış kişi, orta derecede
yabancı dil öğreniyor ama bildiği kadarıyla ‘amel etme’ cesaretini kendinde bulamıyor.
İlle de çok düzgün, aksanı tam oturtarak
konuşamıyorsa piyasaya çıkmıyor!..
Oysa görüyorsun abi, ben de Türkçe’yi
çok iyi bilmiyorum, pek çok kelimeyi sizin çıkarttığınız gibi çıkartamıyorum
ama…
Öğrenmek istediğim dili bildiğim
kadarıyla konuşmaktan da çekinmiyorum.
Abi,
sen ben sizin dilinizi çok düzgün konuşamıyorum diye benimle dalga mı
geçiyorsun Allah aşkına?”
“Yok, elbette geçmiyorum” diye cevap
verdim ve gülümseyerek devam ettim:
“Ama
yanında çok iyi Türkçe bilen bir Kenyalı olsa, yarım yamalak konuşmanla dalga
geçebilir…”
“Yok, bizde böyle yapılmaz.
Üstelik yapılsa da beni ilgilendirmez.
Kim ne derse desin…
Ben yoluma devam ederim Allah’ın
izniyle…
Kadere iman et, tevekkül et, vesileleri
değerlendirmeye çalış, namazını düzgün kıl, helâlinden kazan…
Budur abi!
*
Bir ay kadar oluyor…
İnternet üzerinden bir yabancı numara…
Açmadım.
Sonra “durum”a baktım, arayan
Muhammed, Kenyalı Muhammed.
Dönüş yaptım.
“Abi
seni çok özledim” dedi, gayet düzgün Türkçe ile…
“Seni
takip ediyorum Abi.” diye de ekledi.
Onunla birlikte Kastamonu’nun birkaç
köyüne gitmiştik uzun yıllar önce.
Tanıştıklarının isimlerini unutmamış!
Muhammed bir Hafız.
İlk başta bunu yazmam gerekiyordu,
aslında…
Ona Hafızlık eğitimini Babası vermiş.
Muhammed de, iki yaş küçük kardeşine Kur’an-ı
Kerim’i ezberlemesi için yardımcı olmuş…
O da küçük kardeşine…
Ailedeki herkes hafızmış…
Ne güzel aile değil mi?
*
Hafızsanız, bu kadar da dil biliyorsanız
ve küçüklüğünüzde özgüveniniz bastırılmamışsa çok şey aklınızda kalıyor işte.
*
Sohbet güzeldi.
İngilizce’yi unutup unutmadığımı sordu.
Biraz konuştuk, “Epeydir kullanmamışsın Abi” dedi.
“Evet, araya hastalıklar girdi, bir
yandan da Arapça’ya başlamıştım ama dağıldık… Toparlarız İnşaAllah.” diye
karşılık verdim.
“Amin” dedi.
*
Hafız Muhammed işlerinden bahsetti ben sorunca…
Buradaki sanayi bölgelerinden “makine” getirtip satıyormuş yıllardır,
bir de inşaat yaptırıyormuş…
“Şükür devletle ticari ilişkim yok, sadece özel sektör”dedi..
Hafız Muhammed, “Abi, kısmetse yakında Türkiye’ye geleceğim, mutlaka ziyaret etmek
isterim seni.” haberini verince…
“Köye
gider miyiz?” diye
sordum…
“Teyzemiz” o güzel poğaçadan yapacaksa, gideriz
Allah’ın izniyle dedi!
"Pogaça kolay Allah'ın izniyle...Çoluķ çocuğu da al, onlar da görsün Güzel Anadolu"yu" diyerek dile getirdim davetimi.