Dolar (USD)
35.16
Euro (EUR)
36.59
Gram Altın
2958.42
BIST 100
9916.22
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Kentler ve kimlikler

Yıllardır düşünürüm kentlerin kimliği ile insanların kişiliği arasındaki münasebeti. Hep aklımı kurcalamıştır kentler mi kimlikler üzerinde etkilidir, yoksa kimlikler mi kentleri yeniden bir kişiliğe büründürür diye.

Yakın tarihimize bilhassa İslam coğrafyasına baktığımızda aslında ikisinin birbirini etkileyeni olduğu aşikâr görülebilir.

Kentlerle insanların, dirilişle direniş arasındaki gibi bir oluşum içinde oldukları bir gerçekliktir.

Direnen kentler diriliş hedefinde olan insanların en gözde mekanlarıdır. Her direniş aynı zamanda bir yeni dirilişin de habercisidir tarih sahnesinde.

İnsana direnen, kimliği saf ve sade olan en büyük kent tarih sahnesinde yeryüzünün el değmemiş halidir. İnsan yeryüzüne ayak basınca ilk mührünü de yeryüzünün yüzüne basar. Başlar kendine göre bu büyük kentte yeni kentler oluşturmaya.

Önce barınmak için yeryüzünün yüzüne kazıklar çakarak çadırlar kurar.

Kardeşini kendine düşman bilir ve korunmak için kaleler inşa eder.

Af dilemek için de Rabbini bilmeye başlar inanç ve ibadet mekanları inşa eder bu yeni kentinde.

Ve nihayette bu mekanları ihtiyacına göre çoğaltır. İnsani kentlerin peyzajı ise yeryüzünün umumi siluetinde varlığı gölgelemeye başlar.

İnsan artık bu gölgeler için mücadeleye ve bu gölgeleri güzelleştirmeye başlar tarih sahnesinde. Böylece mekanları oluşturan insanlar mekanların esiri olur veya mekânlarda özgür olma mücadelesi verir.

Zaman ilerler ve kentler bir kimlik elde eder. İnançlar bu kimliği kutsallaştırarak tescilletir.

Kent kimliği insan kişiliğini etkisi altına almaya başlar. Direnen kentlerin karşısında bu direnişte dirilen insan kişilikleri var olmak zorundadır.

Ve tarih artık kentlerin direnmesi ve kişilerin dirilmesi kıyamlarına sahne olur. Bu kıyamların merkezinde adalet ve zulüm insanın kişiliğinin yansıması olarak tarihe mührünü vurur. Ve bu mühür galiba yeryüzünün ilk hali yeniden oluşana dek devam edecek.

Yeryüzü coğrafyasının her köşesinde bu mücadeleler canhıraşane devam eder. Anadolu’ya bilhassa Mezopotamya’ya gelince işin seyri değişir. Her inanç bilhassa İlahi dinler muhteşem şehirler inşa eder. İnançların bu saf hallerinde insanlar bu şehirlerde kardeşçe yaşar ve adaleti o coğrafyanın her köşesine ulaştırmaya gayret ederler.

Bundandır ki ezoterik araştırmalar, teolojik yorumlamalar ve arkeolojik bulgular sürekli faziletli medeniyetlerin insanlık iklimindeki inşa ettiği değerlere yani kentlere bizi götürür.

Faziletli medeniyetlerin temelinde vahiy var. Vahye dayanarak var olmaya veya varlığını devam ettirmeye gayret eden bütün inanç esasları merkezli faziletli medeniyetlerin merkez değeri insandır.

Özne olan insanın dışında kalan her şey nesnedir. Bu medeniyetler özne olan insanın somut ve soyut medeniyet unsurlarını asıl taraflarını ortaya koyan iyilik değerleri üzerine inşa etmeye çalışır.

İnsanlığın başlangıcından itibaren faziletli medeniyetler fazilet kavramının bütün varlık içindeki anlamlılık değeri üzerinde durur. Hatta insanın sınıflandırılmasında dahi bu fazilet kavramına hakkıyla mukabele etme ve ondan uzak durma esası üzerinde bir medeniyet inşası yapılır.

Faziletli medeniyetlerde Hz. Adem’den Hz. Muhammed Mustafa Aleyhisselam’a kadar gelen bütün dinlerin merkez rol oynadığı görülür.

İnsanın ne ile ve nasıl yaşayacağı sorusuna iki cihan saadetinde neler olmalıdır temel düşüncesi esas alınarak cevap verilir.

Bu medeniyet inşasında tek ilaha dayanan dinler varlığını ortaya koyarken hikayesiz bir sadelikle hurafesiz bir hakikat, abartısız bir ontolojik tecrübe ve dahi dinlere yardımcı olan hikmetin etkisiyle oluşan bu fazileti medeniyetler günümüze kadar insan için bir huzur bir saadet ve bir birlikte yaşama değerleri oluşturmak amacıyla kentler kurulur.

Medeniyetlerin fazileti dönemine yani kent kimliklerinin insan kişiliklerini baskıladığı döneme geldiğimizde hakiki mahiyetinden uzaklaştırılmış, akıl ve oluşturduğu düşünce dinin yerinde kendine bir boşluk oluşturmaya çalışmış ve insan hiçbir dönemde olmadığı kadar kendine zarar verecek bir medeniyet yani kent inşasıyla kendisini nesne konumuna düşürmüş kendisi dışındaki bütün maddeyi özne konumuna getirmiştir. Varlıkla olan ortaklık ruhunu nesne olma eylemi ile bir medeniyet teşekkülüne girmiş özne konumundan düşen insan artık medeniyetin hatta oluşturduğu somut medeniyetin faziletlerini aramaya başlamış.

Günümüz dünyasında insanlar faziletli medeniyetlerden bahsedince inançların iklimine koşar medeniyetlerin faziletine dönünce de mevcut ilmi gelişmelerden bahsederek hayatındaki ıstırap ve elemden bahseder.

Halbuki fazilet merkezli medeniyetler yani kentler onurlu yaşam için bir direniş merkezi oldu asırlarca. Kendi dışındaki şehirlerin inşası ve ihyası için yeni kent kimliklerini oluşturmaktan ziyade o kentlerin kendi kimliklerinde kalmaları için her türlü mücadelenin ve direnmenin merkezi oldu.

Ya şimdi ne haldeyiz! Estetikten yoksun, güzellik semtine uğramadan gölgeler gibi göğe yükselen kentler arasında hazzına mağlup olarak kişiliği sönen kimlikler olarak yaşamaya direnmekte insan. Artık diriliş için kıyam eden bir insan yok. Sürekli direnerek insana kıyan bir kent yığını yükseliyor dünyanın büyük bir kesiminde.

Kentlerle ve kentlerde diriliş ruhunu kaybettik gibi geliyor bana. Bu da coğrafya kaderdir hakikatini hatırlatıyor insana.