Kentler ve kimlikler
Yıllardır düşünürüm kentlerin kimliği ile insanların kişiliği arasındaki münasebeti. Hep aklımı kurcalamıştır kentler mi kimlikler üzerinde etkilidir, yoksa kimlikler mi kentleri yeniden bir kişiliğe büründürür diye.
Yakın tarihimize bilhassa
İslam coğrafyasına baktığımızda aslında ikisinin birbirini etkileyeni olduğu
aşikâr görülebilir.
Kentlerle insanların,
dirilişle direniş arasındaki gibi bir oluşum içinde oldukları bir gerçekliktir.
Direnen kentler diriliş hedefinde
olan insanların en gözde mekanlarıdır. Her direniş aynı zamanda bir yeni
dirilişin de habercisidir tarih sahnesinde.
İnsana direnen, kimliği
saf ve sade olan en büyük kent tarih sahnesinde yeryüzünün el değmemiş halidir.
İnsan yeryüzüne ayak basınca ilk mührünü de yeryüzünün yüzüne basar. Başlar
kendine göre bu büyük kentte yeni kentler oluşturmaya.
Önce barınmak için
yeryüzünün yüzüne kazıklar çakarak çadırlar kurar.
Kardeşini kendine düşman
bilir ve korunmak için kaleler inşa eder.
Af dilemek için de Rabbini
bilmeye başlar inanç ve ibadet mekanları inşa eder bu yeni kentinde.
Ve nihayette bu mekanları
ihtiyacına göre çoğaltır. İnsani kentlerin peyzajı ise yeryüzünün umumi
siluetinde varlığı gölgelemeye başlar.
İnsan artık bu gölgeler
için mücadeleye ve bu gölgeleri güzelleştirmeye başlar tarih sahnesinde.
Böylece mekanları oluşturan insanlar mekanların esiri olur veya mekânlarda
özgür olma mücadelesi verir.
Zaman ilerler ve kentler
bir kimlik elde eder. İnançlar bu kimliği kutsallaştırarak tescilletir.
Kent kimliği insan
kişiliğini etkisi altına almaya başlar. Direnen kentlerin karşısında bu
direnişte dirilen insan kişilikleri var olmak zorundadır.
Ve tarih artık kentlerin
direnmesi ve kişilerin dirilmesi kıyamlarına sahne olur. Bu kıyamların
merkezinde adalet ve zulüm insanın kişiliğinin yansıması olarak tarihe mührünü
vurur. Ve bu mühür galiba yeryüzünün ilk hali yeniden oluşana dek devam edecek.
Yeryüzü coğrafyasının her
köşesinde bu mücadeleler canhıraşane devam eder. Anadolu’ya bilhassa
Mezopotamya’ya gelince işin seyri değişir. Her inanç bilhassa İlahi dinler
muhteşem şehirler inşa eder. İnançların bu saf hallerinde insanlar bu
şehirlerde kardeşçe yaşar ve adaleti o coğrafyanın her köşesine ulaştırmaya gayret
ederler.
Bundandır ki ezoterik
araştırmalar, teolojik yorumlamalar ve arkeolojik bulgular sürekli faziletli
medeniyetlerin insanlık iklimindeki inşa ettiği değerlere yani kentlere bizi
götürür.
Faziletli medeniyetlerin
temelinde vahiy var. Vahye dayanarak var olmaya veya varlığını devam ettirmeye
gayret eden bütün inanç esasları merkezli faziletli medeniyetlerin merkez
değeri insandır.
Özne olan insanın dışında kalan
her şey nesnedir. Bu medeniyetler özne olan insanın somut ve soyut medeniyet
unsurlarını asıl taraflarını ortaya koyan iyilik değerleri üzerine inşa etmeye
çalışır.
İnsanlığın başlangıcından
itibaren faziletli medeniyetler fazilet kavramının bütün varlık içindeki
anlamlılık değeri üzerinde durur. Hatta insanın sınıflandırılmasında dahi bu fazilet
kavramına hakkıyla mukabele etme ve ondan uzak durma esası üzerinde bir
medeniyet inşası yapılır.
Faziletli medeniyetlerde
Hz. Adem’den Hz. Muhammed Mustafa Aleyhisselam’a kadar gelen bütün dinlerin merkez
rol oynadığı görülür.
İnsanın ne ile ve nasıl yaşayacağı
sorusuna iki cihan saadetinde neler olmalıdır temel düşüncesi esas alınarak
cevap verilir.
Bu medeniyet inşasında tek
ilaha dayanan dinler varlığını ortaya koyarken hikayesiz bir sadelikle
hurafesiz bir hakikat, abartısız bir ontolojik tecrübe ve dahi dinlere yardımcı
olan hikmetin etkisiyle oluşan bu fazileti medeniyetler günümüze kadar insan
için bir huzur bir saadet ve bir birlikte yaşama değerleri oluşturmak amacıyla
kentler kurulur.
Medeniyetlerin fazileti
dönemine yani kent kimliklerinin insan kişiliklerini baskıladığı döneme
geldiğimizde hakiki mahiyetinden uzaklaştırılmış, akıl ve oluşturduğu düşünce
dinin yerinde kendine bir boşluk oluşturmaya çalışmış ve insan hiçbir dönemde
olmadığı kadar kendine zarar verecek bir medeniyet yani kent inşasıyla
kendisini nesne konumuna düşürmüş kendisi dışındaki bütün maddeyi özne konumuna
getirmiştir. Varlıkla olan ortaklık ruhunu nesne olma eylemi ile bir medeniyet
teşekkülüne girmiş özne konumundan düşen insan artık medeniyetin hatta
oluşturduğu somut medeniyetin faziletlerini aramaya başlamış.
Günümüz dünyasında
insanlar faziletli medeniyetlerden bahsedince inançların iklimine koşar
medeniyetlerin faziletine dönünce de mevcut ilmi gelişmelerden bahsederek
hayatındaki ıstırap ve elemden bahseder.
Halbuki fazilet merkezli
medeniyetler yani kentler onurlu yaşam için bir direniş merkezi oldu asırlarca.
Kendi dışındaki şehirlerin inşası ve ihyası için yeni kent kimliklerini
oluşturmaktan ziyade o kentlerin kendi kimliklerinde kalmaları için her türlü
mücadelenin ve direnmenin merkezi oldu.
Ya şimdi ne haldeyiz!
Estetikten yoksun, güzellik semtine uğramadan gölgeler gibi göğe yükselen
kentler arasında hazzına mağlup olarak kişiliği sönen kimlikler olarak yaşamaya
direnmekte insan. Artık diriliş için kıyam eden bir insan yok. Sürekli direnerek
insana kıyan bir kent yığını yükseliyor dünyanın büyük bir kesiminde.
Kentlerle ve kentlerde
diriliş ruhunu kaybettik gibi geliyor bana. Bu da coğrafya kaderdir hakikatini
hatırlatıyor insana.