"Kendiniz için kaygılanın"
Böyle bir başlığı problem yapmamızın en azından bu yazıda iki sebebi bulunmaktadır. Birincisi, Michel Foucault’un hakikat cesareti kitabında belirttiği üzere Sokrates’in insanları yönlendirmek üzere söylediği söz “kendiniz için kaygılanın” şeklindedir. İkincisi de, özellikle sosyal medyaya baktığımız zaman, herkesin birbirine tavsiye verirken kendilik kaygısının bırakılmış olmasıdır.
Mithat Cemal
Kuntay “Üç İstanbul” isimli romanında “insan kendisindeki kusura bir başkasında
hücum eder” mealinde bir söz söyler. Sosyal medya başta olmak üzere farklı
platformlarda söylenen sözlerin -ki önemli oranda gerçekliği tam kalbinden
yakaladığı edasıyla karşısındakine ayar vermeyi hedefleyen- ya nasihatname
formunda ya da kutsal kitabın “akletmeyecek misiniz?” tonunda söyleniyor olması
dikkat çekicidir. Ancak tüm bunların ortak özelliği bu “ayar”dan sözün
sahibinin sürekli kendisini istisna tutmasıdır. Haliyle böyle bir tutum
“pathos”çu bir tavrı öne çıkarırken, asıl olan insanın kendisini bir “ethos”
temelinde inşa etme imkanını da ıskalamaktadır.
Sokrates’ın
diyaloglarına bakıldığında öncelikli dikkat çeken içerikten biri, muhatabın
hayata dair ortaya koyduğu yargıların konuşmanın sonunda neredeyse tersine
dönmesi ise, bir diğeri “kendiliğin ethos”unu inşa etmeye çalışmasıdır.
Foucault yukarıda bahsettiğimiz kitabında özellikle Sokrates’ın Savunması’nı
analizlerle “hakikat”in ortaya çıkarılması için Onun tüm muhataplarını
kendileri için kaygılanmaya çağırdığını belirtmektedir.
Esasen kendilik
için kaygılanmak, baştan aşağıya bir kendisini inşa etme sürecidir ki hayat
boyu bitmeyen bir sorgulamaya denk gelmektedir. Öte yandan kendilik kaygısı,
özneye dışarıdan etkileri içermekle birlikte içsel olana doğru yönelme ve
kendini inşayı öne çıkarmaktadır. Bu durum insanın “dışarıdakiler yanlış
yapıyor” söyleminden ziyade “acaba doğru yerde duruyor muyum” şeklindeki soruyu
değerli kılmaktadır.
Bu bağlamda
insanın bir “kendisinden emin olma” ya da “kendisini garantide hissetme” durumundan
sürekli şüphede olması esastır. Rasülullah’ın (SAV) Allah’a (CC) göz açıp
kapayıncaya kadar bile kendisine (=nefsine) bırakmama duası, kendilik kaygısını
teyakkuzda tutmaktadır. Çünkü yine Rasülullah’ın tabiriyle “eşyayı olduğu gibi
görme” konusunda sınırlılıkların farkındalığını yaşaması gereken insanın,
kendisini yerleştirdiği garantili zemini daha sıkı sorgulamasını
gerektirmektedir.
Sosyal medyadan
başlayarak tüm konuşma platformlarına bakıldığında söylenen sözlerin içeriği
hakikate cesaret etmek gibi görünmektedir. Öyle ki, “Sırat-ı Müstakim”in
garantili konumunun üzerinden konuşan kişiler, insanlar ve toplumlarla ilgili
Tanrısal yargılarını kolaylıkla sunabilmektedirler. Halbuki “Sırat-ı Müstakim”
bir temellük mekanı olmayıp, insanın kendisini sorgulama menzilidir. “Sırat-ı
Müstakim” orada öylece durmaktadır ancak sorun insanın “sırat-ı müstakim”in
neresinde durduğudur.
Fakat başkasını
etiketleyici sözler, kötüleyici ifadeler ve hatta küfr ithamları, içeriklerine
bakıldığında öznelerinin kendilerini hakikatle sabitlediği algısını
üretmektedir. Adamın biri saz çalarken, elini sazın sap kısmındaki tellerde
gezdirmeksizin sabit bir yerde tutmaktadır. Dinleyenler saz çalanların ellerini
tellerde gezdirdikleri halde niçin elini sabit tuttuğunu muhataba sorunca, saz
çalan kişi “onlar benim elimi tuttuğum noktayı arıyorlar” diye cevap vermiştir.
Toplumdaki asıl sorun; insanların kendisi dışındakileri kendi durduğu noktayı
aradıkları zannıyla, kendilerine bakmaktan vazgeçmiş olmalarıdır.
Herkesin bir
başkasının yakasından elini çekerek, “pathos”un ayartıcı dilinden uzaklaşıp
kendisini “ethos” temelinde kurma yönündeki farkındalığı ve çabası belki ilk
adım olarak düşünülebilir. İnsan kendisine dikkatli bakınca, başkasına bakacak
mecali zaten kalmıyor.