Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
03 Ocak 2023

​Kendi yaşamının filozofu olmak

Neden insan kendi hayatının filozofu olmasın. Kendi hayatı için düşünüp taşınmasın... En azından sürüklenmeyecek kadar olsun buna değmez mi?

Düşünmeye devam etmek hakikate seslenmek. Gel etmek, el etmek... Duymaya başlamak ya da.

"Ben gelemiyorum, hiç yoksa sen gel!”

"Ben çıkamıyorum, hiç yoksa sen in!"

"Ben uçamıyorum, biraz benimle yürür müsün"

“En azından şu hayatı/hayat parçacığını/olayı olgu üzerinden anlayabilmem için biraz sen benim hizama gelir misin?”

gibi istek ve çabalarla onu gündelik yaşama, "ay altı" ‘ndan güneş altına, dereye, çamura, caddeye, meydana alıştırmak değil midir?

Sabah akşam düşünülecek tek şey kişisel menfaatler midir? Onları düşünmeyelim demiyorum. Aksine kişinin menfaatini düşünmesi adaleti gözettiği sürece başkasına yük olmamak, kendi ayakları üzerinde durmak gibidir. Fakat daha yukarı çıkalım. Kişisel menfaatlerimizden daha yukarı. Çünkü insan kendi ayaklarının üstünde duruyor durmasına da, kendi kalbinin üstünde, öyle dimdik duramıyor. Kendi kalbinin üzerinde dimdik durmayı, kendi ayaklarının üstünde durmak kadar önemsemiyor. Ekonomik bağımsızlığı tek dert edinmek kişiyi bağımlı kılıyor. Halbuki manevi bağımsızlık da bir o kadar, ondan daha fazla da önemli…

O da düşünmekle ele geçen bir şey. Sabahtan akşama dek didinirken, akşamdan uyuyuncaya kadar veya zihnen dinginleşebildiğimiz her aralıkta sessiz sakin veya bazen deli dolu muhabbetle elde edilebilecek bir aydınlık; düşünce…

Yoksa kalan bütün vakitlerde ekrana maruz mu kaldık? Ya da biz mi çaktık g/özümüzü? Nedense tam ortasına bi'yumruk çakar, bi' kafa atarsak gökyüzü görünüverecek sanıyorum. Koskoca ekranlar kimin, kimlerin yüzü, gözü? Kimler sürekli, tek taraflı konuşuyor evimizin, kalbimizin ortasına ortasına ve hiç susmuyor? Bize düşünme payı, zamanı bırakmıyor?

Ha bir de, iyi ve doğru bir şeyi ancak bir meczup söylermiş zehabına ne vakit kapıldık? Doğrusu bilmiyorum fakat en iyi, en doğruyu söyleyebilenin âkil bir peygamber olduğu ve makul yani herkesçe yaşanabilir bir hayat fikrini dünyaya bıraktığı geleneğiyle çelişmiyor mu? Tamam, deliliğe en doğruyu, az ve öz söyleyebilme maharetini yükledik. Fakat akıllarımızı nereye koyacağız? Doğru düşünceye varmanın tek yolu pespaye bir şekilde yaşamak ve delirmek, aklını kaybetmekten mi geçiyor? Bir de “içip güzelleşmek” ‘ten mi? Özellikle yazan, çizen, yazar, şair camiası veya onlara öykünen eli klavyelilerin birçoğu her sözü meçhul bir meczuba yüklemeyi pek seviyor. Doğrusu o meczupla tanışırsam kendisine soracağım önemli sorularım var. Ama en evvela şahsen kendisini muaf tuttuğu her aklı bize neden verdiğini sormak düşüncesindeyim.

Belki düşüncelilik, düşünceli olma, derinleşme, işin aslına özüne varma şeklinde anlaşılması gerekirken delilik, meczupluk, hiçlik gibi kelimeler de ilk ve saf anlamlarından kaydı. En masum iddialarıyla beraber bozulmaya yüz tuttular.

Delilere düşünmüş düşünmüş de pılını pırtını alıp hayatın püf noktasına taşınmış, meselelerin bam tellerinden kendisine bir enstrüman icat etmiş gözüyle bakmak bir yana, bütün bunları henüz kaybetmediğimiz akıllarımızla yapamaz mıyız, ona bakalım. Aklımızı kaybetmiş gibi davranmayı, delilerden akıl almayı bırakalım.

Belki de aklın kendi başına yetinmemesi, bilim üretmenin yanında kalpten yardım alması, felsefi düşüncenin ve sorgulamaların yanı sıra sezgiye, ilhama, vahye bir bakması gerekiyordur. Ne dersiniz? Ne deriz?

Öyle ya da böyle. Ne zaman bir anlam yakalasak ağrımız çözülür. Yaşamak ağrımız… Sancımız neşeleniyor. Gamzemiz dibini yokluyor ve tedavülden kalkış saatini tehir ediyor. Hikmet/anlam olmasa bu ağrıya dayanamazdık. Sığlık olsun demeyen sağlara hayat tesellisidir hikmet. Yaşamak ağır bir ağrıyken...

Ruhu ruha değirmek ve yeni su bahçede, hayatta ıslak terlikler üstünde serinlemek gibi…