Kendi yaşamının filozofu olmak
Neden insan kendi hayatının filozofu olmasın. Kendi hayatı için düşünüp taşınmasın... En azından sürüklenmeyecek kadar olsun buna değmez mi?
Düşünmeye devam etmek hakikate seslenmek. Gel etmek, el etmek...
Duymaya başlamak ya da.
"Ben gelemiyorum, hiç yoksa sen gel!”
"Ben çıkamıyorum, hiç yoksa sen in!"
"Ben uçamıyorum, biraz benimle yürür müsün"
“En azından şu hayatı/hayat parçacığını/olayı olgu üzerinden
anlayabilmem için biraz sen benim hizama gelir misin?”
gibi istek ve çabalarla onu gündelik yaşama, "ay altı" ‘ndan
güneş altına, dereye, çamura, caddeye, meydana alıştırmak değil midir?
Sabah akşam düşünülecek tek şey kişisel menfaatler midir? Onları
düşünmeyelim demiyorum. Aksine kişinin menfaatini düşünmesi adaleti gözettiği
sürece başkasına yük olmamak, kendi ayakları üzerinde durmak gibidir. Fakat
daha yukarı çıkalım. Kişisel menfaatlerimizden daha yukarı. Çünkü insan kendi
ayaklarının üstünde duruyor durmasına da, kendi kalbinin üstünde, öyle dimdik
duramıyor. Kendi kalbinin üzerinde dimdik durmayı, kendi ayaklarının üstünde
durmak kadar önemsemiyor. Ekonomik bağımsızlığı tek dert edinmek kişiyi bağımlı
kılıyor. Halbuki manevi bağımsızlık da bir o kadar, ondan daha fazla da önemli…
O da düşünmekle ele geçen bir şey. Sabahtan akşama dek didinirken,
akşamdan uyuyuncaya kadar veya zihnen dinginleşebildiğimiz her aralıkta sessiz
sakin veya bazen deli dolu muhabbetle elde edilebilecek bir aydınlık; düşünce…
Yoksa kalan bütün vakitlerde ekrana maruz mu kaldık? Ya da biz mi çaktık
g/özümüzü? Nedense tam ortasına bi'yumruk çakar, bi' kafa atarsak gökyüzü
görünüverecek sanıyorum. Koskoca ekranlar kimin, kimlerin yüzü, gözü? Kimler
sürekli, tek taraflı konuşuyor evimizin, kalbimizin ortasına ortasına ve hiç
susmuyor? Bize düşünme payı, zamanı bırakmıyor?
Ha bir de, iyi ve doğru bir şeyi ancak bir meczup söylermiş zehabına ne
vakit kapıldık? Doğrusu bilmiyorum fakat en iyi, en doğruyu söyleyebilenin âkil
bir peygamber olduğu ve makul yani herkesçe yaşanabilir bir hayat fikrini
dünyaya bıraktığı geleneğiyle çelişmiyor mu? Tamam, deliliğe en doğruyu, az ve
öz söyleyebilme maharetini yükledik. Fakat akıllarımızı nereye koyacağız? Doğru
düşünceye varmanın tek yolu pespaye bir şekilde yaşamak ve delirmek, aklını
kaybetmekten mi geçiyor? Bir de “içip güzelleşmek” ‘ten mi? Özellikle yazan,
çizen, yazar, şair camiası veya onlara öykünen eli klavyelilerin birçoğu her
sözü meçhul bir meczuba yüklemeyi pek seviyor. Doğrusu o meczupla tanışırsam
kendisine soracağım önemli sorularım var. Ama en evvela şahsen kendisini muaf
tuttuğu her aklı bize neden verdiğini sormak düşüncesindeyim.
Belki düşüncelilik, düşünceli olma, derinleşme, işin aslına özüne varma
şeklinde anlaşılması gerekirken delilik, meczupluk, hiçlik gibi kelimeler de
ilk ve saf anlamlarından kaydı. En masum iddialarıyla beraber bozulmaya yüz
tuttular.
Delilere düşünmüş düşünmüş de pılını pırtını alıp hayatın püf noktasına
taşınmış, meselelerin bam tellerinden kendisine bir enstrüman icat etmiş
gözüyle bakmak bir yana, bütün bunları henüz kaybetmediğimiz akıllarımızla
yapamaz mıyız, ona bakalım. Aklımızı kaybetmiş gibi davranmayı, delilerden akıl
almayı bırakalım.
Belki de aklın kendi başına yetinmemesi, bilim üretmenin yanında
kalpten yardım alması, felsefi düşüncenin ve sorgulamaların yanı sıra sezgiye,
ilhama, vahye bir bakması gerekiyordur. Ne dersiniz? Ne deriz?
Öyle ya da böyle. Ne zaman bir anlam yakalasak ağrımız çözülür. Yaşamak
ağrımız… Sancımız neşeleniyor. Gamzemiz dibini yokluyor ve tedavülden kalkış
saatini tehir ediyor. Hikmet/anlam olmasa bu ağrıya dayanamazdık. Sığlık olsun
demeyen sağlara hayat tesellisidir hikmet. Yaşamak ağır bir ağrıyken...
Ruhu ruha değirmek ve yeni su bahçede, hayatta ıslak terlikler üstünde serinlemek gibi…