Kendi Türkümüzü söylerken biz…
Yalnızca kendimiz varken, neyiz ki
âleme dolduran ayak izleri üzerinde yürürken.
Üst
üste birikip derinleşmiş iz çukurlarında ayaklarımızın şekli kayboluyor,
öncekinin içine gömülüp duruyor. Dişimize göre seçtiğimiz bir gönül düşüyle
oyalanıp kıyameti bekliyoruz.
Bekleyiş,
fırtınadan uzakta sakin iklimlerin gölgesinde barınamıyor her zaman.
Mevsim üşüyünce kabaran, kurakta çekilen sular gibi
bazen sancılı, bazen suskun, bazense huzursuz oluyoruz.
Yazgımız
da zaman zaman suskunlaşıyor ve kurağa çekiliyor. Sesi
yükselmeye başlayıncada kendimizden başkasını görmüyor
gözümüz. Çünkü yazgı bir defa haykırdı mı, fırtına kopar, gemimizin su
üzerinde kalması giderek zorlaşır. Alabora olma tehlikesiyle yüzleşince kaderi
hiçe sayar, takdir edilmiş olana teslimiyet hissini kalbimizden uzaklaştırırız
çabucak.
Hayat,
gönül düşlerimizin bazen doldurduğu bazense bomboş
bıraktığı sayfalarla dolu. Yazgı bir kere konuştu mu, gönlün
tek derdi giyindiği beden oluveriyor, muhasebe defterini bomboş
bırakmak pahasına kendine kaçıyor.
Kısacık
anlarda değişiyor ruhumuzla mesafemiz ve istesek de engel olamadığımız bir
kendine düşkünlük peyda oluyor. Ve bu hâller devam edince
duyarsızlaşıyoruz.
İşte
o zaman upuzun öykünün kısa kelimesi oluyor, birimiz için diğerimizinhayathikâyesi...Birimiz
kendini anlatır dururken, diğerimiz “o dediğin benim aslında,
obenimhayatım”deyip duruyor.
Bu kadar mı çok benziyoruz birbirimize; ondan mı başkalarının hayatını sanki ezbere bilir gibi sözlerini kesip provoke ediyoruz, ben bu filmi önceden görmüştüm ukalalığı takınıyoruz? Oysa hikâyelerimiz de yüzlerimiz kadar ayrı birbirinden.
Yoksa
tahammül tanımaz anlayışsızlığımız mı kendini iki satır anlatmaya çalışan
sesleri susturup araya kendini sıkıştırmamız?
Demli
kelimelerin avuçla saçıldığı upuzun metinler,
hani şu meşhur destanlar, efsaneler, kıssalar aslında hep
kendimiz için yazılmış da satır aralarına sıkışmış başkaları. Kederin
en görkemlisi, derdin en kıdemlisi yine bizde. En içten, coşkulu ve
övücü hitaplar hep kendimize has iken diğerleri sönük seslerle hapsolmuş
sanki.
Diğerleri?..
Şunun şurası üç günlük dünya yolculuğunda arkadaşlık edenler, sır saklayanlar,
yorulduğumuzda yükümüzü taşıyanlar, derdimizi dinleyenler, sevdiklerimiz
ve bizi sevenler... Yani hiç de az bir şey olmayanlar.
Demek
ki birimizin diğerimize göre hayatı, satır arası olamayacak kadar
önemli.
Yine de vazgeçmiyoruz benlik
sevdasından, hayatlarımızın en şöhretli parçası yine ve her defasında
kendimiz oluyoruz!
Yazgımız dertleri
susturup kendini unutturduğu zaman ancak etrafımızdakiler, diğer yolcular,
yürüdüğümüz yolda izlerini tanıdıklarımız, aklımıza ve önemsenecek hâle
geliyor. O zaman daha iyisini hak ettiğimizi
keşfediyoruz. Rahat batıyor besbelli.
Belki bu yüzden birbirimizin küçük
de olsa bir parçasını tanıdık.
Belki dertlerimiz depreştikçe o
parçalarla içimizde birden çok defa karşılaştığımızı hatırladık.
Belki bu yüzden birbirimizi
kolay kolay şaşırtamıyoruz artık; yapamıyoruz.
Belki bizi yeniden
başladığımız noktaya, kalbin benlik kaygısına düşmemiş saf hâline
döndürecek olan, küçük anlara sığabilen şaşkınlıklardır.
Bunca tanıdık
gelen hâller, sonuna varamayan çaresiz arayışlara sonra
da vazgeçişlere sürüklüyor her birimizi. Bu
da gafil oluşumuzu ayan eden hâllerimizden işte...
Benzerlikler,
elbet birbirimizi anlamada yol gösterici. Ama bir unutulan var ki;
benzemek, aynı olmak değil.
Bizi
şaşırtan her şey, anlatıcının giriş cümlelerinden sonra geliyor. Ama
dinlemeye sabrımız yok. Onun yerine kendi yazgımızın tınısıyla kendi
türkümüzü söyleyip duruyoruz. Bu yüzden teknoloji destekli iletişim bizi
değil, şikâyetlerimizi birbirine yaklaştırdı. Şikâyet beyanlarının temelinde
ise iyi bir dinleyici arayışı vardı.
Hepimiz
konuşmak isterken dinleyenimiz olmayacağı aklımıza gelmiyor. Susunca da yeni
dünya âdetlerine ters düşme, eski kafalılık yüzünden ezilme korkumuz artıyor.
Kabımızı
kendi sesimizin lüzumsuzları ile doldurmamak için kalabalık bir dünyada
yaşıyoruz. Kendimize yetebilseydik, ne konuşabileceğimiz bir ağza ne
de başka sesleri duyacak kulağa ihtiyacımız olmazdı.
Kendi kendimize yetebilseydik, peygamberler
aile üzerinden anılmazdı. Birbirine akraba, hatta baba-oğul peygamberler
kavimlere örneklik için gönderilmezdi. Her biri hayatının büyük kısmını şehrin
ortasında, insanlarla burun buruna geçirmezdi.
Peygamberimiz (s.a.v.) dâhil, bütün
peygamberler hayatlarının bir bölümünde uzleti de yaşadı. Uzlet tümüyle
insanlardan uzaklaşmak olsa da yine insanlıkla, yaradılışa en uygun biçimde
iletişimi sürdürmek ve onları hak yola davet etmek konusunda olgunlaşmak için
yaşanan insandan arındırılmış bir zaman dilimiydi.
Etraf bir
sürü tahammülsüz gürültüler ve gürültücülerle dolu... İnsan bu tantanadan uzletine koşmak istiyor. Ama bu bir kaçış
değil; gürültülerle başa çıkmanın uygun bir yolunu bulma çabası… Yani size
başkalarının hikâyelerine kulak tıkama hakkını vermiyor. Bilakis bu dinlemeleri
daha kaliteli hâle getiriyor ve kimi zaman devaya vesile kılıyor.
Etrafta birbirini duymadan sürekli konuşan ve iletişimin böyle olabildiğini sananlar çok…
Olsun.
Havalar
güzel olunca kuşlar geri dönüyor şehre ve sabahları hiç uyutmuyorlar.
Ne
güzel.
İyi
ki onların zikredişi duyulabiliyor hâlâ.
O
zikri dinlerken uzun uzun susabiliyorsun. Bu kısa soluklu uzletlere ise
kimse karışamıyor.