Kendi kendimizi nasıl sömürgeleştirdik?
Konusu açılınca hep övündüğümüz bir tarafımız vardır. O da şudur: Biz hiçbir zaman emperyalist olmadık, sömürmedik, sömürmediğimiz gibi sömürge devleti ya da ülkesi de olmadık.
Genel olarak baktığımızda bu
yargı doğrudur. Evet askeri ve idari anlamda bir Fas, Cezayir ya da Tunus gibi
sömürge ülkesi olmadık. Osmanlı yıkıldıktan sonra askeri anlamda işgale uğradık
hatta gözbebeğimiz İstanbul bile bir süre İngiliz işgali altında kaldı. Anadolu
toprakları, Yunanlıların, Fransızların işgaline maruz kaldı. Ancak bu durum
uzun sürmedi, İstiklal Mücadelesini başlatarak yabancı işgaline dur dedik ve askeri-idari
anlamda sömürgeleştirilmekten kurtulduk. Pek çok İslam ülkesi 50’li, 60’lı
yıllara değin birer sömürge ülkesi olarak İtalyan’ın, Fransız’ın çiğnediği
birer toprak parçası olarak kaldı. Pek çoğu bağımsızlıklarını bizden çok daha
geç tarihlerde kazandılar. Çoğunun resmi dili değiştirildi. İşgal güçleri hangi
dili konuşuyorsa işgal altındaki ülkelerde de o dil egemen dil haline geldi.
Bilhassa Kuzey Afrika kuşağında Fransızcanın hâkim dil haline geldiğini ve bu
etkinin günümüzde de devam ettiğini biliyoruz.
Bizde ise durum biraz karışık. Evet
biz uzun yıllar boyunca işgal altında kalmadık. Dilimiz ana hatlarıyla bir başka
yabancı dille değiştirilmedi. Resmi dilimiz her ne kadar Osmanlı Türkçesi
olarak kalmadıysa da Türkçe resmi dilimiz olarak varlığını korudu. Ancak
Osmanlı Türkçesini terk edip lâtin alfabesini tercih ettiğimizde aslında bir
başka yabancı dili tercih etmiş kadar büyük bir kültürel darbe yedik. Rahmetli Şaban
Teoman Duralı’nın yerinde tespitiyle “harf inkılabı bir soykırım” olarak
tarihimize geçti. Bu inkılabı yaparak aslında kendi kendimizi
sömürgeleştirmenin ilk adımlarını atmış olduk. Türk milletini dini ve kültürel
anlamda kendi kültür atmosferinde tutan ve bir medeniyet dili olarak tebarüz
eden Osmanlı Türkçesi, aslında dinin anlaşılmasında ve yaşanmasında kritik ve
stratejik bir rol ifa ediyordu. Her şeyden önce Arapça-Türkçe ve Farsça’nın
güçlü bir terkibinden oluşan Osmanlı Türkçesi, hem ilim, hem de kültür diliydi.
Harf inkılabı ve dilde sadeleşme hareketiyle hem dini bilgiyle hem de büyük bir
kültür hazinesiyle irtibatımızı koparmış olduk.
Dil ve dinle olan güçlü
bağlarımızı kendi ellerimizle kopardıktan sonra bir milleti millet yapan üç ana
değerden ikisini kaybetmiş olduk. Yönümüzü Batı’ya döndükten sonra artık
kültürel tercihlerimiz de değişmeye başladı. Dini düşünceden uzaklaştıkça
sekülerizmin zehirli sarmaşıklarına dolanmaya başladık. Fransız tipi laikliği
tercih ederek bir anlamda kendi kendimizi hançerledik. Kutsal olanı terk edip
seküler değerleri hayatımızın ana eksenine yerleştirdik. Eğitimde, kültürde ve
sanatta referanslarımız, artık Batı kaynaklı değerler oluverdi. Toplumsal ve
kültürel hayatımız nerdeyse baştan aşağı yeniden şekillendi. Yukarıdancı bir
anlayışla topluma yeni bir değerler skalası dayattık. Bu gidişata direnenler ve
kendi özünde sabit kalmak isteyenler mevcut rejim tarafından çeşitli şekillerde
cezalandırıldı. Gidişata ayak uyduranlar ve Batılı yaşam biçimini kendisine ana
hayat görüşü olarak kabul edenler ise ülkenin en kritik mecralarında iktidar
sahibi oldular. Siyasi düzenden tutun da kültürel alana kadar pek çok alanda
Batıya teslim olanlar, Anadolu’nun sesini boğmaya ve Anadolu insanının inanç,
kültür ve yaşam biçimini değersizleştirmeye başladılar. Bilhassa eğitim ve
kültür hayatımızı etkisi altına alan Batıcı kadrolar, kendilerini ülkenin ve
devletin gerçek sahibi olarak konumlandırmaya başlayınca kendi kendini sömürgeleştirme
hareketi büyük ölçüde başarılı oldu.
Bütün bu acı tecrübeler ışığında
bugün geldiğimiz nokta ise ortadadır. İstiklal Harbinde dedelerinin verdiği
mücadeleyi hiçe sayan ve Batılı emperyalistlere kültürel anlamda teslim olmuş yeni
bir nesil ortaya çıktı. Bu yeni nesil, kültürde, sanatta ve eğitimde ülkenin
kritik mahfillerini zapturapt altına aldı ve kendileri dışında sivrilme eğilimi
gösteren her kesimden farklı sesi boğmaya kalktı. Özellikle ülkenin yerli ve
milli karakterli düşünce, kültür ve sanat adamları çağdışı, arkaik ve gerici
olmakla itham edildi. Kendilerini siyasal, iktisadi ve kültürel merkezin yegâne
temsilcisi olarak gören bu zihniyetin bayraktarları, kendileri dışındaki
herkesi rejim düşmanı ilan ediverdiler.
Bütün bunları neden yazdım? Eğer
bir ülke yabancı işgali altında kalmamış olmasına rağmen kendi değerlerine
savaş açıyor ve kendi değerlerine yabancılaşmak adına her türlü pespayeliği
göze alabiliyorsa, bu ülkede kendi kendini sömürgeleştirme adına ciddi bir
travma yaşanıyor demektir. İşte bu travmatik durum ortaya çıkardığı yeni insan
modeliyle bu ülkenin inançlarına, değerlerine ve kültürüne hakaret etmeyi, bu
değerleri aşağılamayı kendisine bilerek ya da bilmeyerek vazife edinebiliyorsa,
ortada gerçekten tedavisi çok uzun zaman alacak bir hastalık var demektir. Bu
illete düçar olmuş yazarların, müzisyenlerin, sanatçıların, kültür adamlarının,
siyasetçilerin ciddi bir tedaviye ihtiyaçları var. Bir insanın kendi kendisini
hançerlemesi ne büyük bir ahmaklıksa bir sanatçının ya da kültür insanının
kendi değerlerini hedef alması ve bu değerlere savaş açması o denli büyük bir
ahmaklıktır. Son günlerde “Minik Cahilin” yazdığı şarkı sözü üzerinden
yürütülen tartışmaların bu minval üzere değerlendirilmesi gerektiğini
düşünüyorum.